Anasayfa

Perşembe, Mart 24, 2011

İki Yüz Yıllık İhanetin Gizli Kalmış Kodu: Çarçella… / Erdal SARIZEYBEK


ANADOLU’DA ATEŞLE OYNAMAK…

Kahraman Türk Ordusu’na ithaf olunur...


“Şehitler, Kuvâyi Milliye şehitleri, mezardan çıkmanın vaktidir!

Şehitler, Kuvâyi Milliye şehitleri, Sakarya'da, İnönü'nde, Afyon’dakiler, Dumlupınar’dakiler de elbet ve de Aydın'da, Antep'te vurulup düşenler,

siz toprak altında ulu köklerimizsiniz, yatarsınız al kanlar içinde.

Şehitler, Kuvâyi Milliye şehitleri, siz toprak altında derin uykudayken düşmanı çağırdılar, satıldık, uyanın! Biz toprak üstünde derin uykulardayız, kalkıp uyandırın bizi! Uyandırın bizi!

Şehitler, Kuvâyi Milliye şehitleri, mezardan çıkmanın vaktidir!”


Nazım Hikmet, 1959 

Yazık, Anadolu’da yaşayan biz halkımıza yazık, bunca çile, bunca yoksulluk, bunca açlık, eğitimsizlik ve özgür iradeden yoksunluk, biz bunları hak etmedik.

Yazık, Doğu Anadolu’daki feodal din ve aşiret ağaları yüzünden halkımızın yüzyıllardır çektiği çilelere yazık, hiç birimiz hak etmedik böyle yaşamayı. Aldatıldık, demokrasi adına, insan hakları adına aldatıldık.

Sırtımızdan vurulduk seçtiklerimizin eliyle, ama yazık ki göremedik, adına siyaset deyip geçip gittik, acıyı yaşadık ama göremedik. Biri çıkmalı artık, gerçekleri anlatmalı ve halkımızla yüzleşmeli, çünkü bize yaşatılanlar demokrasi değil, insan hakları değil, siyaset değil...

Onlarca yıl bize ‘Kürt İsyanları’ dediler, Anadolu’da yaşayan bizleri önce böyle ayırdılar, sanki Kürt biz değilmişiz gibi.

Onlarca yıl bize ‘Kızılbaş’ dediler, bizi birimizden ayırdılar, sanki biz Alevi değilmişiz gibi, sanki biz kardeş değilmişiz gibi. Anadolu’da çıkarılan isyanları dahi halkımıza mal ettiler, ama asıl isyancıları gizlediler bizden, üstelik demokrasiden, insan haklarından, özgür iradeden yoksun halkımızı devlete karşı ayaklanmanın figürü yaptılar, yazık, doğru değil bu.

Bakınız, inceleyiniz olayları, göreceksiniz, halkımızın devletiyle, milletiyle, bayrağıyla, dini, mezhebi ve toprağıyla bir sorunu olmadığını siz de göreceksiniz. Sorun olan, sorun çıkaran halkımız olmadı ki hiç, halkımızı körü körüne peşine takıp sürükleyen feodal din ve aşiret ağaları oldu hep, biz değil, halkımız değil. Ama biz bu gerçeği göremedik, anlayamadık, kandırıldık biz.

Bakınız, Anadolu’da halkımızın özgür iradesiyle desteklediği bir tane bile ‘Kürt İsyanı’ olmadığını göreceksiniz. İsyanı çıkaranlara, ön ayak olanlara bir bakınız, hepsi, masum halkımız üzerinde güç ve otorite kullanan, eski deyimle mütegallibeler yani ağalar, beyler, mirler, emirler, şeyhler, şıhlar, seyitler, hocalar ve mollalardır, biz değil, halkımız değil. Halkımızı devlete karşı isyana sürükleyen bu güçler, emellerine ulaşmak için düşmanla işbirliği yapmaktan dahi çekinmedi, bakınız ve görünüz.

Masum halkımız, yüzyıllar boyu sürdürdüğü gelenek ve göreneklerine, örf ve adetlerine bağlılığının bir devamı olarak, inandıkları bu kişilerin peşine takıldı ve kaderine sürüklenip gitti, göremedik, çektiklerini anlayamadık. Bugün Doğu’da yaşananları, bu yaşananlar üzerinden yapılan tartışmaları ve halkımızın çektiklerini bilmek istiyorsanız, geriye dönüp bir bakın, ne Kürdistan lafı kendiliğinden ortaya çıktı, ne de Kürdistan’ı kurmak isteyen PKK siyaseti, hepsinin bir geçmişi var. Geçmişe uzanmadan geleceği görebilmek zordur, geriye dönüp bir bakınız. Gelin birlikte dönelim geçmişe, bakalım bir yaşananlara, bugün başımıza gelenler nerede, ne zaman ve nasıl başlamış, yaşadıklarımızı tarihsel süreç içerisindeki yerine koyalım ve gerçeği görelim…

Bugün feodal aşiret ağaları dediklerimiz, Osmanlı tarihinde, 1514 Çaldıran Savaşı sonrası ortaya çıkmış ve Yavuz Sultan Selim’in fermanıyla Doğu Anadolu’da derebeylikler kurulmuştur, Botan, Behdinan, Soran, Baban gibi…

1839 Tanzimat sonrası demokrasi ve insan hakları adına reform hareketlerinin başlamasıyla bu derebeylikler birer birer ortadan kaldırılmıştır. Bu yenilik hareketinin, sahip oldukları güç ve otoriteyi yok edeceğini gören ağalar ve beyler isyan etmiştir. Osmanlı’ya isyan eden ilk Kürt Ağası da Botan Emiri Bedirhan Bey olmuştur, yıl 1846. İsyan bastırılmış, çağ dışı feodal ağalık kaldırılmış ancak aşiretler içinde doğan otorite boşluğu, bu kez şeyhler, şıhlar, seyitler, hocalar ve mollalar tarafından doldurulmuştur. Bir yandan geniş toprak sahipliği, öte yandan medrese eğitiminin verdiği güç ve otoriteyle ortaya çıkan bu kişilikler, halkımızın temiz din duygularını şahsi ve siyasi çıkarları için kullanarak bölgelerinde egemen olmuşlardır. Bu güç ve otoriteyi koruyabilmek için de ‘din adına’ devlete karşı isyan çıkarmaktan hiç çekinmemişlerdir.

İlk isyanı çıkartan feodal din ağası da Halid-i Nakşi Şeyhi Ubeydullah olmuştur, yıl 1880. Belki de bu isyan, kutsal dinimizin istismar edilerek halkımızın devlete karşı kışkırtıldığı ilk isyandır ve kendisinden sonrakilere de trajik bir örnek teşkil etmiştir. Bu süreçte, Bedirhan Bey feodal bir aşiret ağası, Şeyh Ubeydullah ise feodal bir din ağası sıfatıyla ilk isyan eden kişilikler olarak Osmanlı tarihindeki yerlerini almışlardır. Osmanlı bu iki isyancı başını, önceki örneklerinde görüldüğü gibi, asmamış ancak her ikisini de cezalandırmış olmak için sürgüne göndermiştir. 1800’lü yılların sonuna doğru, girdiği savaşları kaybeden Osmanlı önemli ölçüde toprak ve güç kaybetmiştir.

Osmanlı’nın bu süreçte dağılıp yok olacağını sanan bu feodal güçler, ayrı bir devlet kurmak düşüncesiyle güç birliğine gitmiş ve ‘Kürdistan Siyaseti’ni kurumsallaştırmak için cemiyetler kurmuşlardır, 1908 Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti gibi, 1918 Kürt Teali Cemiyeti gibi.

Bu iş ve güç birliğinin dikkat çekici noktası ise bu cemiyetleri kuranların, Osmanlı’daki ilk Nakşî Kürt isyanlarını çıkaran feodal ağaların çocukları olmasıdır; Halid-i Nakşi Kürt Şeyhi Ubeydullah oğlu Seyit Abdülkadir ile Bedirhan Bey oğlu Emin Ali Bedirhan. Birinci Dünya Savaşı ve ardından gelen Kurtuluş Savaşı’nda bu kişiler, Osmanlı’nın dağılıp yok olacağı düşüncesinden hiç ayrılmamış, belki de bu umutla, Kürdistan diye ayrı bir devlet kurabilmenin yollarını aramışlardır. Buradan hareketle hem İngilizlerle, hem Fransızlarla, hem de Yunanlılarla işbirliği yapmaktan çekinmemişlerdir. 1921 Koçgiri isyanı, bu yazdıklarımıza dramatik bir kanıt teşkil etmektedir, çünkü İnönü’de Türk Ordusu, bir yanda Yunanlılarla savaşırken, öte yanda Halid-i Nakşî Seyit Abdulkadir’in planladığı Koçgiri isyanıyla da uğraşmak durumunda kalmıştır. Bu ayrılıkçı siyaset sahipleri, Kurtuluş Savaşı sırasında ve Cumhuriyet’in Atatürk dönemi sürecinde de bu emellerinden vazgeçmemiş, küresel güçlerin de desteğini alarak peş peşe isyan çıkarmışlardır.

Bakınız Hıristiyan Nasturi isyanına, yıl 1924, bakınız Şeyh Sait isyanına, yıl 1925, isyanı çıkaran yine aynı kişiler ya da bu kişilerin uzantılarıdır; Halid-i Nakşi Şeyh Ahmet Barzani ile Halid-i Nakşi Seyit Abdulkadir, Halid-i Nakşi Şeyh Sait...

Savaşların sona ermesiyle, 1939 Tanzimat reformlarının bir devamı olarak, 1923 Cumhuriyet devrimlerinin halka yayılmaya başlaması, bu feodal din ve aşiret ağalarını, tıpkı 1846 ve 1880’de olduğu gibi, hiç memnun etmemiştir. Çünkü halk aydınlanmaktadır, özgür irade doğmaktadır ve feodal ağalara körü körüne itaat devri sona ermektedir. Tevhid-i Tedrisat Kanunu çıkarılmış, tekke ve zaviyeler ile medreseler kapatılmaya başlamıştır. Toprak Reformu Kanunu çalışmaları başlamış ve ağaların nüfuzunun kırılması için İskân Kanunu çıkarılmıştır. Türkiye çağdaşlaşmaktadır, dönemin İktisat Vekili Celal Bayar tarafından Başvekil İsmet İnönü’ye sunulmuş olan 1936 Şark Raporu’na bir bakınız:

“Köylüyü toprak sahibi yapmak, köylüyü Hükümet’e bağlayacak çok tesirli bir tedbirdir. Bu tedbirin tam semere verebilmesi için de ikinci bir şart vardır: O da muhitteki nüfuz sahibi mütegallibenin aileleriyle birlikte iç vatana nakledilmesi keyfiyetidir. Bu hareket, devlet nüfuz ve kuvvetini göstermekle beraber, halkın zorbalıktan kurtulmasına yardım etmektedir. Bu itibarla muhitte memnuniyet yaratmaktadır…”

Yüzyıllardır halkımızın kanıyla beslenen bu feodal ağalar, Cumhuriyet’in Devrim Kanunları’yla güç kaybedeceklerini anlayınca, ‘din elden gidiyor’ diyerek masum halkımızı yeniden sokaklara dökmüş, bir seri iç isyanla genç Cumhuriyet’i karşı karşıya bırakmıştır.
1930 Ağrı isyanları, 1938 Tunceli isyanı, hepsinin ardında, sözlerimizin başında sıraladığımız feodal güçleri görmeniz mümkündür. Hepsi de Osmanlı’da ilk isyanları çıkaran Halid-i Nakşî Kürt feodal ağalarının ya çocuklarıdır ya da torunları, dikkatlice bakınız ve bu gizli kalmış gerçeği görünüz. Halkımızın kutsal din duygularını daima kendi siyasi ve şahsi çıkarlarına alet eden bu zihniyet sahiplerinin, dün olduğu gibi bugün de, amaçları açıktır; ayrı bir devlet kurmak, güç ve otorite sahibi olmak ya da devlet güç ve otoritesine ortak olmak ya da devleti ele geçirmek!

Doğu Anadolu’da halkımız üzerinde egemen olan bu feodal güçler, asla halkımızın yanında yer almamıştır, asla halk adına bir hizmet yapmamıştır; tam beş yüz yıldır Doğu’da feodalite hüküm sürmesine karşın, bakınız Doğu’daki halkımızın fakirliğine, yoksulluğuna, eğitimsizliğine ve topraksızlığına…

Peki, halkımızın yanında yer almayan ve halkımıza hizmet etmeyen bu güçler kime güvenerek isyana kalkışmıştır? Küresel güçler dediğimiz sömürgecilere, emperyalistlere, İngiltere’ye, Fransa’ya, Rusya’ya…

Geçmişte de bu böyle olmuştur, günümüzde de aynısıdır, gelecekte de aynı olacaktır. Sömürgecilik bu, umut verip kullanılacak hep birilerini bulmuşlardır, eğer ki çağdaşlık düzeyini yakalayamadıysanız böylesi kişiler de her ülkeden çıkmıştır, çıkar ve çıkacaktır. Osmanlı’da da, Cumhuriyet tarihimizde de emperyalizmin acımasız pençesine düşen bu feodal ağalarımız, kendi şahsi ve siyasi çıkarları için, ne yazık ki, bunlarla işbirliği yapmış ve çaresiz halkımızı kurban etmiştir. Acı çeken hep halkımız, refahı süren ise hep kendileri olmuştur.

Bakınız tarihimize; Bedirhan Bey isyanı, Şeyh Ubeydullah isyanı, aynı amaçla kurulmuş olan Kürt cemiyetleri, Koçgiri isyanı, Nasturi isyanı, Şeyh Sait isyanı, Ağrı isyanları ve Tunceli isyanı, hepsinin ardında bir yabancı güç vardır, İngiltere gibi Rusya gibi, hepsinin ardında da bunlara hizmet eden işbirlikçiler vardır.

Emperyalizm ya da sömürgecilik dediğimiz bu değil midir zaten, sahibi olamadıkları toprakların kaynak ve insan gücünü ele geçirmek ve yönetmek için her yolu denemek değil midir?

Küresel güçlerin değişmez siyaseti bu değil midir?

Peki, bu küresel sömürgeci siyasetin sahipleri neden ısrarla Ermeni ve Kürt diyerek gözlerini Doğu’ya çevirmiştir?

Kürtleri, Ermenileri ya da Nesturileri çok sevdikleri için midir bu ısrar?

Hayır. Bunların asıl hedefi Anadolu’dur, Anadolu’yu ele geçirmek için bu Kürt feodal ağalarını kullanmaktadırlar.
Kürtçülük, Ermenicilik, demokrasi, insan hakları gibi laflar, bu siyasetin bize görünen yüzüdür, hedefte Anadolu vardır, Anadolu’daki Türk varlığı vardır. Öncelikle Doğu’da tampon devletler ya da yönetimler kurmaya çalışarak, Özerk Kürdistan gibi, Asya ile Anadolu’nun bağını kesmeye çalışıyor bunlar. Bu amaçla Barzani’yi tanıyorlar, bu amaçla Barzani’nin Kürtçülüğü ve Kürt devleti üzerinden Anadolu’nun doğusuna yayılmaya çalışıyor bunlar.

Böylece biz Türkleri önce yalnızlaştırmak, ardından da özelleştirme adıyla Anadolu’daki kaynaklarımızı ele geçirmek istiyor bunlar. Dinler arası diyalog diyerek bir yandan Anadolu’yu Hıristiyanlaştırıyor, öte yandan Anadolu ve Kıbrıs’taki Türk kimliğini yok etmeye çalışıyor bunlar. Bakınız özel okullara, cemaat ve vakıf okullarına, biz Türklerin en zeki çocuklarını mal gibi seçip seçip alıyor ve geleceğimizin yöneticisi olacak çocuklarımızın zihinlerini ele geçiriyor, bir nevi devşiriyor bunlar tıpkı Osmanlı’da yapıldığı gibi, çocuklarımız yabancılaşıyor bizlere, Türk’e ve Türklüğe. Şimdiye kadar bunu başaramadılar, ama süreç işliyor, çalışmalar sürüyor…

Onlar bu emellerinden asla vazgeçemeyecek, bu açık, bizler de mücadeleden asla vazgeçemeyeceğiz, bu da açıktır. Ama ne yazık ki bu gerçeği göremeyen feodal ağalarımızın devlete karşı yaptığı her kalkışmada, kardeşkanları boşu boşuna Anadolu toprağına aktı, hala da akıyor. Acı çekenler hep bizler olduk, hala da acı çekiyoruz, olsun. Ne yapalım, Anadolu bizim vatanımızdır, son vatanımızdır, başka da bir vatanımız yoktur, başka bir vatan arayışımız da yoktur, bu bedelleri geçmişte de ödedik, şimdi de ödüyoruz, gelecekte de ödeyeceğiz, bu bizim kaderimiz...

Emperyalizmin kaynakları ele geçirme, yönetme ve kimlikleri yok etme süreci işlerken, geçen her zaman içinde plan ve projeleri de değişiyor. Günümüzde düşman artık silahıyla, topu tüfeğiyle mertçe karşımıza çıkmıyor bizim, parayla geliyor, siyasetle geliyor. 1920’de ‘Sevr’ idi planlarının adı, Büyük Ermenistan, Büyük Kürdistan idi projelerinin adı ama İkinci Dünya Harbi’nden sonra işler değişti. İşler değişince, plan değişti, proje de değişti. Orta Doğu coğrafyasında önce dengeleri değiştirdiler,1948’de, Filistin topraklarını işgal ederek İsrail’i kurdular. İsrail gelince, İngiliz ve Fransız gitti, yerini Amerika aldı, bir nevi kendi aralarında görev değişimi gibi bir şey oldu bu.

Buna paralel olarak Anadolu üzerindeki emperyalist plan ve projelerin, özü hep aynı kalmak kaydıyla, şekli değişti, adı değişti; eski Sevr yeni BOP planı oldu, Büyük Kürdistan ise İsrail’in Yahudi Kürdistan Projesi oldu. Küresel siyasetteki bu değişikliğe paralel olarak feodal ağalarımızın da siyaseti değişti. 1950’de hep birlikte, 1846’nın, 1880’in, 1921’in, 1924 ve 1925’in, 1930 ve 38’in isyancı başlarının çocukları, torunları, hep birlikte TBMM’ne girdiler. Girdiler ve devletin güç ve otoritesine ortak oldular, Atatürk Devrimleri’ni, aydınlanmayı ve toprak reformunu rafa kaldırıp eski güç ve otoritelerine yeniden sahip oldular.

Atatürk’ün sağlığında ve Cumhuriyet yönetiminde neden hep isyan var da, Atatürk’ten sonra hiç yok, neden olmadı, sormaz mıyız bu soruyu kendimize hiç! Sanki bu ülkeye Cumhuriyet hiç gelmemiş, demokrasi hiç gelmemiş gibi, tıpkı derebeylikler zamanında olduğu gibi, halkımızın kanını içmeğe devam ettiler de ondan, başka neden aramayınız…

O yıllarda bir sorun yoktu; siyaset memnundu, ağalar memnundu, çağdaşlıktan bihaber halkımızın da sesi çıkmıyordu.

Ama ne zaman ki İsrail, Müslüman coğrafyada tehlikeye düştü, ne zaman ki İsrail, Arap olmayan kendine bir müttefik devlet kurmaya kalkıştı, ne zaman ki Irak’ı parçalayıp Yahudi Kürdistan kurmak için planlar yapmaya başladı, bizim ağalar da hemen yön değiştirip asıllarına, asıl zihniyetlerine döndüler. Ayrı bir devlet ve bu devlet içinde güç ve otorite olmak ve yönetmek için hemen İsrail’e, dolayısıyla da ABD’ye yanaştılar ve BOP projesinin ortağı oldular, tıpkı Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Eşbaşkan olduğu gibi. İsrail’in bu planını ülkeye yönetenler bilmiyor muydu ki Irak’ın parçalanmasına ve ayrı bir devlet kurulmasına göz yumdular, destek verdiler:

“…İsrail stratejik düşüncesinde, tüm Arap devletlerinin daha küçük parçalara bölünmesi hep tekrar tekrar görülen bir kavramdır. Örnek vermek gerekirse, Ze’ev Schiff, Ha’aretz’in askeri muhabiri (ve muhtemelen bu konuda İsrail’de en çok bilgiye sahip kişi), bir yazısında Irak’ta İsrail için olabilecek en iyi şeyin:” Irak’ın Şii ve Sünni devletler ve Kürt tarafının ayrılması” (Ha’aretz 6/2/1982) olacağını yazmıştır. Aslında planın bu yüzü oldukça eskidir…”

Bugün Türkiye’yi yakın ve ağır bir tehdit altına alan asıl sorun işte budur; sanıldığı gibi ‘Kürt’ meselesi değil, Sevr’de geçen ve ikinci bir tampon devlet olarak kurulması planlanan ‘Kürdistan’ meselesidir.

Bu noktada karşımıza, iki yüzyıldan beri izledikleri ayrılıkçı Kürtçülük siyasetiyle bir Kürt devleti kurmak için isyan çıkarmış olan Nakşî Kürt Ağa ve Şeyhleri, onların çocukları ve torunları çıkmaktadır.

Bugün,
onlarla birlikte, 1978’den beri otuz iki yıldır cinayet işleyerek, terör yaratarak şiddet siyasetiyle bir Kürt devleti kurmak isteyen PKK terör örgütü ve onun elebaşısı, İmralı’da yatan da karşımızdadır.

Ve bugün, tüm bu unsurlarla birlikte harekete eden ve Yahudi bir Kürt devleti kurmayı düşleyen İsrail ve ABD ile Bizans’ın Çocuğu AB karşımızdadır.Tüm bu ayrılıkçı unsurların amacı; Anadolu topraklarından, güçleri yeterse eğer, bir parça koparıp ‘Kürdistan’ı kurmak ve böylece Anadolu’yu Asya’dan ayırmaktır.

Peki, bu ‘Kürdistan Siyaseti’ önümüzdeki süreçte nasıl bir gelişme gösterecek ve bunun sonucunda Türkiye ne gibi tehdit ve tehlikelerle karşı karşıya kalacaktır? Kitabımızın bir yazılış amacı budur, bu soruya açık yüreklilikle ve sağlıklı bir cevap bulabilmektir.

Günümüzde Kürdistan siyasetinin iki ana kolu vardır; biri PKK terör örgütü, diğeri ise aynı amaçla tarihte isyan çıkarmış olan Halid-i Nakşî Kürt feodal güçleri. Bunlardan PKK terör örgütünün, ABD-AB ve İsrail’in desteğini alsa bile, ayrı bir devlet kurmak ve bu amaçla masum halkımızı isyana sürüklemek gibi bir gücü ve yeteneği yoktur. Çünkü halkımız kardeş kavgasına izin vermez. Ülkeyi yöneten siyasetin PKK’ya destek vermesi gerekir ki böyle bir ayaklanma başlatılabilsin ve geliştirilebilsin.

Peki, AKP siyaseti PKK’ya bu desteği verir mi?

Şimdilik bu soruyu burada tutalım ve biz, ikinci ayrılıkçı kola geçelim. Ayrılıkçı Nakşî Kürt feodal ağaları birleşerek bir halk ayaklanmasına kalkışabilirler mi?
Onlarında da gücü yetmez, çünkü halkımız onlara da destek vermez, ülkeyi yöneten siyasetin yani siyasi iradenin Halid-i Nakşî Kürt ağalarıyla işbirliği yapması gerekir ki ağalar toplumsal bir harekete yönelebilsin.

Peki, AKP siyaseti bunu yapar mı?

Bu soru da şimdilik burada kalsın,
çünkü her iki soru da AKP siyasetinin yapısına bağlı olarak gelişiyor. Dolayısıyla bir cevap bulabilmek için AKP siyaseti nedir, onu çözmemiz gerekiyor.

Peki, AKP siyaseti nedir?

AKP siyasetini iktidar yapan Halid-i Nakşibendî tarikatıdır.

Kaynağı, Iraklı bir Kürt olan Mevlana Halid-i Bağdadi’ye dayanmaktadır.

Bu tarikat günümüzde Fettullah Gülen cemaatine hakim durumda görünmektedir.

Bu bir dini tarikattır,
dinsel temelde bir birliktelik vardır ve Türk ya da Kürt diye birbirinden ayrılmamıştır. Yani Nakşî kardeşlerimiz dini inançları dolayısıyla AKP siyasetini desteklemiş ve iktidar yapmıştır, ancak aralarında Çerkez-Laz- Kürt diye etnik temelde bir ayrım olmamıştır. Nakşî Kürt feodal ağalarının büyük bir kısmı AKP siyasetinin içindedir. Cemaat içindeki Nakşî Kürt kardeşlerimiz de, tarihten gelen bir siyasi düşünceyle, AKP’nin ‘Kürt Siyaseti’ne destek vermektedir. Dolayısıyla son noktaya gelindiğinde, ayrılıkçı Kürt siyasetini destekleyenler, silahsız ya da silahlı, bir araya gelecek ve güç birliği yapacaklardır. Bundan kimsenin kuşkusu olmasın, tarihimiz bu düşüncemizi doğrulayan sayısız olaylarla doludur. Bunların hepsi işbirliği yapsa da, geride ‘Ben Müslüman’ım’, ‘Ben Türk’üm”, “Ne Mutlu Türk’üm” diyen ve bu cemaate bağlı kardeşlerimiz vardır. ’Cumhuriyetimi seviyorum ve Türk Bayrağı altında tek devlet, tek vatan ve tek millet olarak kardeşçe yaşamak istiyorum’ diyen, Türk ülküsüne ve kültürüne bağlı Nakşî kardeşlerimizin, son noktaya gelindiğinde tavırları ne olacaktır, bu önemlidir.

Bu önemlidir çünkü ayrılıkçı Kürtçü zihniyetler hep Halid-i Nakşî Kürtler arasından çıkmış, Osmanlı ve Cumhuriyet tarihinde Nakşî Türkler bu isyancı Halid-i Nakşi siyasetine destek vermemiştir.

Bununla birlikte, bilmeden, bu kardeşlerimiz de ayrılıkçı Kürt Nakşî kardeşlerimizle işbirliği ve güç birliğine giderse eğer, Türkiye’de neler olur, bunu hiç düşündünüz mü?

Ya da ‘PKK-Feodal Ağalar-AKP İttifakı’ kurulursa eğer, ‘Ne mutlu Türk’üm’ diyen Nakşî kardeşlerimiz ne yapacaktır, nerede saf tutacaktır?

Türkiye’de neler olacaktır?

Ya da böyle bir ittifak kurulmaz ama aynı hedefe doğru PKK silahlı, AKP ise silahsız olarak aynı yolda ve birlikte yürürse ne olacaktır?

Sorumuzu biraz daha açık soralım; AKP ile PKK yani Fettullah Gülen ile İmralı’da yatan hain anlaşırsa ve arkalarına da ABD-AB ve İsrail’i alırsa, halimiz ne olacaktır, bu soruyu kendimize sormanın artık zamanı gelmiştir.

Acaba Nakşibendî Türk kardeşlerimiz nasıl bir tuzağın içine çekildiklerinin farkında mıdır, bu sorunun da cevabının açıkça ortaya konulmasının zamanı gelmiştir.

Çünkü bizim kardeşlerimiz, ülkemizin bölünmez bütünlüğü ve çocuklarımızın geleceği söz konusu olduğunda, AKP siyasetini tanımaz ve destek vermez, yeter ki bu tuzağı görebilsin. Bizim kardeşlerimiz vatanını satmaz ve çocuklarını da ateşe atmaz, yeter ki tehlikenin farkına varabilsin.

Anadolu’da bir ateş yakılmıştır, bu doğrudur ancak bu ateşi söndürmek ve küllendirmek bizim elimizdedir.

Yoksa bu ateş yangına dönüşecek ve herkesi yakacaktır.

İşte Çarçella budur; iki yüz yıllık bir ihanetin gizli kalmış kodlarıdır…

Okuyunuz, dikkatlice okuyunuz, her türlü dini ve siyasi düşünceleri bir kenara bırakıp ülkemizin ve çocuklarımızın geleceği için okuyunuz, kitabın sayfaları arasında aradığınız cevapları ve çıkış yolumuzu bulacağınızdan hiç şüphemiz yoktur...


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder