Anasayfa

Pazartesi, Mart 28, 2011

Büyük Oyun Büyük Kürdistan 4

991’de Türkiye’ye sığınan Kürtlere yardım bile çarpıtıldı
Türkiye’deki Kürt sorunu İran ve Irak’taki sorunla aynı değildir. O ülkelerde Kürtler azınlık statüsündedirler. Oysa Türkiye’de Türk milletinin temel unsurlarıdırlar.Bu dostluk size bir şeyler hatırlatmıyor mu ?Abdullah Öcalan, Celal Talabani ve Kemal Burkay vb.. Hizbullah, sonra biribirlerine girmeleri mukadder olsa bile, şimdi bu davada birleşmektedirler... ‘Türk-Kürt kardeşliği’ gibi yutturmacalara kapılıp ’sevelim (yani verelim de öyle kurtulalım)’dersek, (Kürtlerin) Türkleri biraz fazlaca ’sevmeleri’mümkündür. 
1991 Körfez savaşından sonra altmış bin Irak Kürt’ü Saddam Hüseyin’in zulmünden, kimyasal kitle imha silahlarından kaçıp, Türkiye’ye sığınmış ve Türkiye, kendi ekonomik ve mali imkânlarını hazırlayarak, onlara melce (sığınma hakkı), gıda vermişti. Ama ne gariptir ki, yabancı basın, Türkiye’nin, bu yardımını ve hoşgörüsünü Türkiye’ye karşı çevirdiler, Türkiye’nin hudutları kapattığı ve hatta yapılan yardımları dağıtmadığını ve askerlerimizin mültecilere ateş açtığını iddia ettiler ve fırsattan istifade, Kürt davasını Türkiye’nin bölünmesi çabalarını, PKK eylemlerini tahrik ettiler. Kısacası Türkiye’nin âlicenaplığı, Türkiye’yi bölmek PKK’yı güçlendirmek için kullanıldı. 
Ben, bölgeye gittim ve gerçeklerin hiç de öyle olmadığını bizzat gördüm, hatta mültecilerin ağızlarından yapılan yardımlardan dolayı minnettar olduklarını bizzat duydum. 24 Mayıs 1991’de, Wall Street Journal gazetesinde; “Türkiye Kürtlerinin güvenliği, ancak entegrasyonla sağlanabilir” başlıklı bir makale yazdım. Makalemde şöyle yazmıştım:

Macera uğruna toprak verilemez...“Açıktır ki bu son trajedi ve muhtemel neticeleri sadece idari-mali ve ekonomik değildir; Türkiye’nin geleceği ve birliği söz konusudur. Eğer bir milyon Irak’lı Kürt, Türkiye’ye yerleşirse dengeler bozulacak, güvenliğimiz tehlikeye düşecektir! Bunun için de Kürtlere otonomi özerklik verilmesi, ayrılıkçılık, hatta Türkiye hudutlarına, Saddam’a karşı bir tampon bölge oluşturulması, sonunda Bağımsız Kürdistan’a ekleneceği için asla kabul edilemez. Diğer bir tehlike de “Bağımsız Kürdistan”ın sonunda petrol zengini Kerkük’te, çoğunluk olan üç milyon etnik Türk’ü yutması tehlikesidir. Tarihte hiç bir zaman bağımsız bir Kürt devleti olmamıştı, şimdi sadece ihtimali bile bölgede çözeceğinden fazla komplikasyonlara, tehlikeye yol açar. Bilinmelidir ki hiç bir Türk hükümeti, bu macera uğruna, topraklarından bir tek “inci” bile gözden çıkaramaz.” 
Bu yazının tarihi 14 Mayıs 1991 ve bugün tarih 2011 Mart. Ve gene 2006 yılında Wall Street Journal’de İngilizce olarak yazdığım “Güneydoğu Sorunu” başlıklı makalem: “İster adına ’PKK terörü, sorunu’deyin, ister ‘Kürt sorunu’, ister daha kapsamlı olarak ‘Güneydoğu sorunu’; bugün Türkiye’de odak noktası Güneydoğu’da, fakat bütün ülkemize yayılmış ve Türk Devleti’nin bekasını ve milletimizin geleceğini tehdit eden, gittikçe müzminleşen çok tehlikeli ve çok öncelikli bir ‘durum’ var... Bu tehlike karşısında çözüm oluşturabilmek için her şeyden önce ‘durumu’ bütün boyutlarıyla, gerçekçi olarak çekinmeden belirtmek zorunludur; eğer tehlikeyi bütün unsurları ve boyutlarıyla ortaya koymazsak, bugün gerekli olan çok radikal ve gerçekçi çözümler için gerekçeler inandırıcı olamaz...
1984 Ağustos’unda PKK’nın kalaşnikof’lu beş eşkıyası Eruh-Şemdinli katliamıyla dünyaya ilan ettiği ’Serhıldan’(başkaldırı), onbinlerce ’gerilladan’(kendi deyimleri) oluşan bir ” orduyla “ devlete karşı tam bir isyan halini almıştır... PKK, bu isyanı özellikle yarı okumuş gençlerin mümbit zemininde kâh umutlar vererek, kâh dehşet saçarak başarıyla tahrik edebilmiştir...
 
Saatli bir bomba gibi...
Bu ortamda her taşın altından bir silah deposu, her manav tezgâhının altından bir kalaşnikof çıkarken ve herkesin bir ’gerilla’olabileceği hususunda tecrübelerden gelen kuşkular sürerken, güvenlik güçlerinden tam manasıyla ’demokratik ve insan haklarına göre hareket’etmelerini nasıl beklersiniz? 
‘Serhıldanı’-başkaldırıyı- doğru perspektiflerine koyalım; bu isyanı yöneten PKK ise, ‘itici gücü’de ‘Kürt kimliğini’ Türkiye Cumhuriyeti’ne zorla empoze etmektir. Anadilde Kürtçe eğitim, Kürt TV ve radyolarının da kurulması ve neticede ’kültürel özerklik’gibi boyutlarıyla ’Kürt kimliğini’devletçe tanımanın nerelere kadar gideceğini iyi hesaplamamız gerek... ’Kürt kimliği’nin, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ve Türk milletinin geleceğinin altına konacak ‘Kürt milliyetçiliği’ saatli bombası olduğunu bilmeliyiz!..” 
Abdullah Öcalan, Celal Talabani ve Kemal Burkay vb.. Hizbullah, sonra biribirlerine girmeleri mukadder olsa bile, şimdi bu davada birleşmektedirler... ’Türk-Kürt kardeşliği’gibi yutturmacalara kapılıp ‘sevelim (yani verelim de öyle kurtulalım)’ dersek, (Kürtlerin) Türkleri biraz fazlaca ‘sevmeleri’ mümkündür.
Tarihte bugün/bugünlerin tarihi yanılgısı
Batılılar Türklerin, Avrupa’da ve Balkanlar’da egemen olmalarını da Orta Doğu’da, Orta Asya’da ve hatta Anadolu’da egemen olmalarını da hiçbir zaman içlerine sindirememişlerdir. Bunda dini sebepler, atavistik Türk düşmanlığı, Orta Asya’dan gelen  “barbarlardan”  korku rol oynar, İngiliz başbakanlarından Gladstone’un büyük emeli;  “İsimleri ağza bile alınamayacak Türkleri, taşınabilir malları ile birlikte geldikleri yerlere, Orta Asya çöllerine sürmek” ti.
Osmanlı İmparatorluğu zayıfladıktan sonra,  “Avrupa’nın hasta adamı” denilen Osmanlı Devleti’nin ayakta tutulmasının sebebi de Osmanlı mirasının bir taraftan Batılı devletler, diğer taraftan da Rusya arasında kolayca paylaşılamayacağı gerçeği idi... 
İki tarafın da işine  “Hasta adamı” yaşatmak geliyordu. Orta Doğu’da, Kerkük’te, Musul’da zengin petrol yataklarının bulunması bu kavgayı büsbütün tahrik ediyordu. I. Dünya Harbi sona erdikten ve Rusya, Sovyetler Birliği olarak bu kavgadan -hiç olmazsa bir süre için- çekildikten sonra, Osmanlı’nın Orta Doğu mirasının İngiltere ve Fransa arasında paylaşılması sorunu çıktı. Ve bu da gene sanal olarak, Orta Doğu’daki sınırların adeta cetvelle çizilmesi neticesini verdi... Bu da kötü neticeleri bugüne kadar uzanacak ve Orta Doğu’yu patlamaya hazır bir bomba haline getirecek, David Promkin’in deyimiyle;  “Bütün barışlara son verecek bir barış”  olacaktı.
Bu sözde barışta ve daha doğrusu alttan alta devam edecek olan mücadelede, bölgede bölük pörçük yaşayan Kürtlerin bütün taraflarca piyon olarak kullanılmaları doğaldı. Özellikle İngilizler -sonra da Amerikalılar- Kürtleri ve mümkünse bağımsız bir Kürt Devleti’ni veya özerk bir tampon bölgesini petrol çıkarlarının potansiyel bir muhafızı yapmak istiyorlardı. 
Kürtler, sonraları Sovyetler Birliği için Batı çıkarlarına karşı bir koz olacaktı. Ve bizim için asıl önemlisi ve şimdi de varit olan  “Çin Seddinden Adriyatik’e kadar”  potansiyel bir güç olan Türkiye Cumhuriyeti’ni ortadan kaldırmak veya da kendilerine tabi bir  “müşteri devlet”  olarak belirli boyutlarda tutabilmek ve Kürt kozunu, en azından elde bulundurulacak bir  “contıngency-ihtimal hesabı”  vardı.
Özetlemek gerekirse; “Batılılar, İngilizler ve genellikle Batı Devletleri ve hatta Amerika Birleşik Devletleri, Rusya, bölgedeki çıkarları açısından Güneydoğumuzu da kapsayan bağımsız bir Kürt Devleti’nin kurulmasını isterler.” 
Son zamanlarda hangi Amerikalı, İngiliz, Fransız, Alman veya İsveçli diplomatla görüştüysem söyledikleri aşağı yukarı hep bunlardır. Siyasi çözümün, bağımsız bir Kürdistan’ın veya böyle bir şeyin kurulmasının kaçınılmaz olduğudur.
Ya görmek istemiyorlar, ya da...
Bağımsız bir Kürt Devleti hayalinin tarihçesine girmeden önce, geleceğe bir bakmamız, ülkemiz ve Kürt-Güney sorununda bize Batı ve ABD çevrelerince biçilmek istenen düzenin boyutlarını anlamamız, bilmemiz gerekiyor.
1945 San Fransisco Birleşmiş Milletler Konferasına verilen Kürdistan haritası.
Müttefiklerimizin resmi, gayri resmi çevrelerinde, RAND Enstitüsü gibi ’Think Tank’larında oluşturulan tasavvurları ve gerekçeleri en somut bir şekilde özetleyen bir rapor var elimizde: 
 “Türkiye’nin Kürt Sorunu.”  Carnegie Vakfı’nın,  “Ölümcül Çatışmaları Önleme Komisyonu”  tarafından 1998 yılında yayınlanan ve Virjinya’daki Lehigh Üniversitesi profesörlerinden, Türkiye kökenli Henry Barkey ve RAND Enstitüsü analistlerinden eski CIA’cı Graham Fuller tarafından konu ile ilgili her kesimden insanlarla ve bu arada çeşitli eğilimlere sahip Kürt kökenlilerle yaptıkları konuşmalardan sonra hazırladıkları  “Türkiye’nin Kürt Sorunu” adlı raporu. Şüphesiz bu rapor, Batı’nın ve tabii Amerika’nın Güneydoğu ve  “Kürt Sorununa” bugünkü bakış tarzını özetliyor:
“Amerika (ve Batı için) Türkiye’nin iç istikrara kavuşması ve bölgede, önemli bir güç olması zorunludur. Türkiye’nin istikrara kavuşmasına Güneydoğu sorunu engeldir. Türkiye bir dereceye kadar askeri başarı elde etse bile, artık uluslararası arenaya da taşınan bu sorunu, bölgede askeri çözümle halletmesi kesinlikle imkânsızdır. Artık siyasi çözümün (kibarcası bölgeye merkezi hükümetin yetkilerinin devri) zamanı gelmiştir. Bu da önce Kürtlerin dil ve kültür kimliklerini tanıyarak bölgeye siyasi ve kültürel özerklik verilmesi, (Diyarbakır’da bir Kürt Parlamentosunun kurulması), bölgeden askerlerin ve özel harekât timlerinin ve korucuların çekilmesi ve nihayet Kürt halkının temsilcileriyle (PKK dâhil) müzakere masasına oturulması ile olur.” 
Bu tasavvurun masumane gerçekleri de var: 
“Güneydoğudaki savaş bölgede kirliliğe sebep oluyor, güvenlik kuvvetlerinin mensupları, başta uyuşturucu kaçakçılığı olmak üzere birtakım kirliliklere bulaşıyorlarmış... Hem bu mücadele yüzünden rantını mücadelenin devamından sağlayan ve dolayısıyla Güneydoğu sorununun çözülmesini istemeyen bir ’savaş lobisi’oluşmuş. Bu durum askeri yönetime de kapı açıyormuş.” 
Fuller ve Barkey açıkça, “Türkiye Cumhuriyeti kurulurken (yanlış) bir kararla etnik faktör ve gerçeklerin gözardı edildiğini”  söylüyorlar. 
Onlara göre artık bu yanlışı düzeltmenin zamanı gelmiştir. Tabii böyle bir planla Anadolu’da etnik bir Pandora kutusunun kapağı açılır. Sonra! Sevr düzeni geri gelir veya Yugoslavya parçalandıktan sonra Bosna’da olanlar bizde de olur! Ya göremiyorlar, görmek istemiyorlar ya da hiç umurlarında değil. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder