Anasayfa

Pazartesi, Mart 28, 2011

Büyük Oyun Büyük Kürdistan 11

Ne mutlu Türk’üm diyene’ birleştiriciliğin formülüydü...
Cumhuriyet kurulduktan sonra art arda çıkan Kürt başkaldırıları, Mustafa Kemal’i  “Ne mutlu Türk’üm diyene!” formülü ile Kürtleri de, diğer yirmi küsur etnik topluluk gibi Türklüğün erime kazanı içinde entegre etmek politikasına yöneltmişti.Bir Türk-Kürt Federasyonu kursa veya bu diğer etnik grupların da benzeri istekleri karşısında devleti çok “etnisiteli” bir federasyona dönüştürse idi, Sevr parçalanması gerçekleşir ve bu da felaket olurdu
Milli mücadele Türkiye’deki bütün etnik grupların, Kürtlerin, Türkmenlerin, Çerkezlerin, Lazların vb. birlikte yaptıkları bir mücadele idi. Kürtlerin büyük çoğunluğu, dış tahriklere kapılmadan bu mücadelelere katıldılar. Hâlâ sorulur; Mustafa Kemal, Milli Mücadele esnasında, Türklerin yanında  “Kürt halkından”  da söz ettiği halde, sonra neden  “Üniter Türk Devleti’ni”  kurmuş da bir Federasyon kurmamış ve Türk adını ve kimliğini üste çıkarmış, hatta Kürt kimliğini bastırmıştır diye.
“Kürtlerin Modern Tarihi”  kitabının yazarı David McDowall da soruyor: 
 “Mustafa Kemal’in yeni Cumhuriyet’inde, ’Türk-Kürt halkları’yerine veya üstüne Türk kimliğini ortaya çıkarması önceden düşündüğü bir şey mi idi?”  diye.

Türklüğün erime kazanı...Bence, Mustafa Kemal’in o dönemin şartları gereği Türk kimliğine ve milliyetçiliğine sarılmaktan başka bir alternatifi yoktu. Ancak bunun sebebi ırkçılık ve Kürt kimliğini silmek ve ezmek niyeti değildi. Ne var ki, Cumhuriyet kurulduktan sonra art arda çıkan Kürt ve Nasturi başkaldırıları, Mustafa Kemal’i  “Ne mutlu Türk’üm diyene!” formülü ile Kürtleri de, diğer yirmi küsur etnik topluluk gibi Türklüğün erime kazanı içinde entegre etmek politikasına yöneltmiş ve bu politikanın gerekleri de yapılmaya başlanmıştı. Mustafa Kemal pragmatik bir liderdir. O zaman Türkiye’nin bir  “mozaik”  olduğunu düşünse ve buna göre mesela bir Türk-Kürt Federasyonu kursa idi veya bu diğer etnik grupların da benzeri istekleri karşısında devleti çok  “etnisiteli”  bir federasyona dönüştürse idi, bir pandora kutusunun kapağı hemen açılır, Sevr parçalanması gerçekleşir ve bu da felaket olurdu.
Mustafa Kemal’in maksadı  “Kürt’leri kimlikleri ile Cumhuriyet’e veya bir federasyona ortak etmemekti. Maksadının arkasında önemli bir faktör daha vardı. İngilizler, Güney Kürdistan dedikleri bugünkü Kuzey Irak’taki petrol çıkarlarını korumak maksadıyla Kürtlere çeşitli şekillerde ” bağımsızlık “ vaat ederek de Türkiye’deki Kürtlere bağımsızlık ve özerklik emelleri telkin edecekti. Nitekim İsmet Paşa, Lozan Konferansında Lord Curzon’un ısrarlı olarak Kürtlere Türk Devleti içinde azınlık statüsü talep etmesinden de kuşkulanmış ve çok haklı olarak bunun arkasında Türkiye’ye karşı büyük bir Kürt Devleti kurulması tasavvurunu sezmişti. Bunun için de Curzon’un teşebbüsüne şiddetle karşı çıktı ve Kürtlere Lozan Anlaşması’nda azınlık statüsü verilmedi. Bu durumla bugün Kürtlere özerklik ve kimlik tanınması arasında bir göbek bağı görmemek mümkün değil.

Kürt Başkaldırıları
Güçlü bir Türk Devleti’nin oluşumunu kendi çıkarlarına ters gören Batı devletlerinin ve özellikle İngiltere’nin tahrikleriyle Milli Mücadele esnasında ve Cumhuriyet kurulduktan sonra, Doğu’da ve Güneydoğu’da çıkan 7 önemli ve 10 daha küçük Kürt ve Nasturi başkaldırıları Mustafa Kemal’in bu görüşünde ne kadar haklı olduğunu göstermiştir.
Gerçek şu ki özellikle İngiltere güçlü bir Türkiye istemiyor, hem Kürtleri Türkiye’ye karşı bir koz olarak kullanmak, hem de onları Mezopotamya’da, özellikle petrol çıkarlarının bekçisi olarak ellerinde tutmak istiyorlardı. Ancak, İstiklâl Harbi’nin yeni Türk devletinin zaferi ile sona ermiş olması, Batı devletlerinin, Fransa’nın ve İngiltere’nin bu devletin kayıtsız şartsız bağımsızlığını, toprak bütünlüğünü kabul etmelerini ve yeni Türkiye Cumhuriyeti ile kerhen de olsa barışmalarını, uzlaşmalarını gerektiriyordu. Hem de, ticari ve ekonomik çıkarları açısından artık Ankara ile uzlaşmak ve bu ilişkileri, eskiden olduğu gibi Kapitülasyonlar anlayışı ile olmasa bile normal ve eşit düzeye oturtmak zorunda idiler. Batılıların ve özellikle İngiltere’nin bir başka sebeple de Türkiye ile kavgayı bırakması zorunlu olmuştu. Büyük savaşın İngiliz maliyesine yüklediği ağır yük yüzünden içinde bulunduğu mali bunalım, ordusunun büyük kısmını terhis etmek zorunluluğu, artık Orta Doğu’da büyük bir askeri güç bulundurmasına imkân vermiyordu.

Sovyet faktörü
Türkiye’ye gelince, İstiklâl Harbi’nde silah vs. yardımlar yapmış olan Sovyetler Birliği şimdi bu yardımların diyetini istiyor, Türkiye Cumhuriyeti’ni kendi nüfuz sahasına katmaya yani bir peyk yapmaya teşebbüs ediyordu. Ankara da bu ” ayı sarması “ baskılarının karşısında dış politikasını Batı’ya doğru yönlendirmek ihtiyacını duyuyordu. İngiliz ve Fransız dostluk yaklaşımlarına lakayıt kalamazdı. Yeni Türk devletini tanımak ve onunla uzlaşmak gereğini daha İstiklâl Harbi esnasında duyan ilk Batı devleti Fransa olmuş, Antep ve Maraş’taki yenilgilerden sonra Ankara Hükümeti ile 1922’de, daha Batı Cephesi’nde savaşlar sürerken de Ankara Anlaşması’nı imzalamıştı.
İngiltere güçlü bir Türkiye’yi hiç istemedi
Lozan’dan sonra hele Türkiye’ye hasım Lloyd George ve Lord Curzon sahneden çekildikten sonra, Türk-İngiliz ilişkilerinde İngiltere’nin inisiyatifi ile bir yumuşama başladı. 1926’da Irak’taki İngiliz Yüksek Komiseri Sir Henry Dobbs Ankara’ya Mustafa Kemal’i ziyarete geldi ve anlamlı sözler söyledi: 
“Milletlerin kendi mukadderatlarını tayin etmelerinden ve azınlık haklarından söz etmek iyi idi de, bunlar mevcut devletlerin haklarından üstün tutulmamalı idi... Kürtler daha nesiller boyunca kendi kendilerini idareden aciz bulunacaklardı...” yani açıkça, Kürtlerden uzun süre ellerimizi çekeceğiz demek istiyordu. Sonraları daha birçok İngiliz şahsiyetleri ve heyetleri önceleri yeni devletin başkenti olarak tanımak istemedikleri ve sefaretlerini İstanbul’dan taşımamak için direndikleri Ankara’ya, sıkça gelip gitmeye başlayacaklardır... 

Atatürk ‘lütfen’ kabul etmişti
Başvekil İsmet Paşa’yı, Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü (Aras)’yü ziyaret edecekler ve Kürt konusunda iyi niyetlerini belirtip, İngiliz dostluğu hususunda teminatlar vereceklerdi. Mustafa Kemal Paşa ise bu heyet ve kişilerden bazılarını “lütfen” kabul edecekti.
Ancak bütün bu “uvertürlere” rağmen, özellikle İngiltere, yeni Türk devletinin fazla güçlenmesinden ve ileride Orta Doğu’daki hatta Orta Asya’daki çıkarlarına karşı bir tehdit oluşturmasından endişeli idi.  
Batılılar özellikle İngiltere, yeni Türkiye’nin gücünden, bu yeni devletin ve bağımsızlığının, sömürgeler ve Hindistan halkını bağımsızlığa teşvik etmesinden de korkuyor ve bu sebeple de önce Ankara’daki yeni Türk hareketini, sonra da kurulan Cumhuriyet hükümetini bir yerinden zayıflatma gereğini duyuyorlardı. Artık Ermeni kozu da (hiç olmazsa bir süre için) kalmadığına göre en müsait koz Kürt kozu idi.
1920’li yıllar çok nazik bir süreçti...
Türkiye dışındaki Kürtlere meskûn bölgelerde, şöyle veya böyle özellikle petrol kaynaklarını güvence altına alacak özerk tampon Kürt birimleri kurmak tasavvuru da hâlâ sıcak tutuluyordu. Gerçi Ankara’ya artık Kürtlerle ilgili olmadıkları hususunda güvenceler veriliyordu ama ajanlar hâlâ bölgede faaliyette idiler.
Güya Kuzey Irak’ta Mezopotamya ile ilgili bu faaliyetlerin bugün olduğu gibi Türkiye’ye sarkmaması ve İngilizlerin de bilgileri dahilinde Türkiye’deki Kürtleri de ilgilendirmemesi düşünülemezdi.

Tahrikler
I. Dünya Harbi’nde de İstiklâl Harbi’nde de Kürtler ve Türkler, omuz omuza savaşmışlardı ama Kürt aşiretleri, şeyhleri ve ağaları, dini ve siyasi sebeplerle bağımsızlık ve özerklik hevesleri ile tahriklere açıktılar. 
Türkiye Cumhuriyeti’nin laik bir devlet olması, hilafetin ilga edilmesi özellikle Nakşibendî şeyhlerini hatta Alevi şeyhlerini tedirgin etmişti... 
İngilizler, Mark Sykes’in ve Binbaşı Noel’in ötedenberi istedikleri veçhile Kürtlere millet olmak ve milliyetçilik şuurunu telkin etmek için ortamın müsait olduğu kanısında idiler. 
İngiltere hükümetinin kararı ve Irak krallığına öncelik verilmesi ile bağımsızlık isteyen Kürtler, hayal kırıklığına uğramışlardı; ama gene de Noel’in deyimiyle “biraz iterek” Türk Devleti’ne karşı Kürt ayrılıkçılığı canlandırılabilirdi. Batılılar Amerika, İngiltere ve Fransa Kürtlere verdikleri sözleri ve yaptıkları vaatleri tutmamışlar, onları hayal kırıklığına uğratmışlar ve kızgınlıklarına sebep olmuşlardı; ama hâlâ Türkiye’ye karşı bir koz olarak hem de Mezopotamya’nın güvenliğini sağlamak için onlara ihtiyaçları vardı.
Dışarıda yaşayan Kürt aydınlar da yeni Cumhuriyet daha da kuvvetlenince, emellerine hiç nail olamayacaklarını biliyorlardı ve bunun için de 1920’li yıllar hem Ankara için hem de Kürt ayrılıkçıları için nazik yıllardı. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder