Anasayfa

Çarşamba, Aralık 29, 2010

Muazzez İlmiye Çığ diyor ki:

YILSONU YAKLAŞIYOR, TEKRAR HATIRLAMAKTA YARAR VAR...

ÇAM
SÜSLEME
GELENEĞİ

Hıristiyanların İsa'nın
doğuşu olarak kutladığı Noel bayramı, çok eski
Türklerin yeniden
doğuş bayramıdır.

Türklerin, tek
Tanrılı dinlere girmesinden önceki inançlarına göre,
yeryüzünün tam ortasında bir akçam ağacı
bulunuyor.

Buna hayat
ağacı diyorlar. Bu ağacı, motif olarak bizim
bütün halı, kilim ve işlemelerimizde
görebiliriz.

Türklerde
güneş çok önemli. İnançlarına göre gecelerin
kısalıp gündüzlerin uzamaya başladığı 22
Aralık'ta gece gündüzle savaşıyor.

Uzun bir
savaştan sonra gün geceyi yenerek zafer kazanıyor.

İşte bu
güneşin zaferini, yeniden doğuşu, Türkler büyük
şenliklerle akçam ağacı altında
kutluyorlar.

Güneşin
yeniden doğuşu, bir yeni doğum olarak
algılanıyor.

Bayramın adı
NARDUGAN

(nar=güneş,
tugan, dugan=doğan) Doğan güneş.

Güneşi geri
verdi diye Tanrı Ülgen'e dualar ediyorlar.

Duaları
Tanrıya gitsin diye ağacın altına hediyeler koyuyorlar,
dallarına bantlar bağlayarak o yıl için dilekler
diliyorlar Tanrıdan.

Bu bayram için,
evler temizleniyor. Güzel giysiler giyiliyor. Ağacın
etrafında şarkılar söyleyip oyunlar oynuyorlar.
Yaşlılar,
büyük babalar, nineler ziyaret ediliyor, aileler bir araya
gelerek birlikte yiyip içiyorlar.

Yedikleri; yaş
ve kuru meyveler, özel yemek ve şekerleme. Bayram, aile ve
dostlar bir araya gelerek kutlanırsa ömür çoğalır,
uğur gelirmiş.

Akçam ağacı
yalnız Orta Asya'da yetişiyormuş.
Filistin'de bu ağacı bilmezlermiş.

yüzden bu
olayın Türklerden Hıristiyanlara geçtiği ve bunu
da Hunların Avrupa'ya gelişlerinden sonra onlardan
görerek aldıkları
söyleniyor.

İsa'nın
doğumu ile hiç ilgisi yok.

"Doğum,
güneşin yeniden
doğuşu"

Sümerolog
Muazzez İlmiye ÇIĞ


YENİ YILINIZ KUTLU OLSUN.

Cumartesi, Aralık 25, 2010

10. Boyutu Anlamak


10. Boyutu Anlamak (1)

10. Boyutu Anlamak (2)

Gazeteci Yazar Banu Avar'dan korkunç iddia



Gazeteci-yazar Banu Avar, "37 üniversitemize 54 Amerikan istihbarat görevlisi geldi" dedi.
Avar, Karabük Esnaf Kefalet Kooperatifi Toplantı Salonunda yaptığı konuşmada, Karabük Üniversitesinde (KBÜ) panel vermek için buraya geldiğini ancak buna izin verilmediğini söyledi.
Amerika'nın Ankara Büyükelçiliğinden KBÜ'ye heyetler gönderildiğini ve konuşmalar yaptıklarını, kendisinin de bu nedenle buraya geldiğini anlatan Avar, şöyle dedi: "Bütün üniversitelere Amerikan heyetleri gidiyor.  54 tane Amerikan İstihbarat görevlisi Türkiye'ye getirildi. Bunlar çeşitli üniversitelere İngilizce öğretmeni kılığında sokuldu. Karabük Demir ve Çelik Fabrikaları (KARDEMİR) AŞ'de işçiler ayaklanınca buraya geldi Amerika'lılar. Burası Türkiye'nin en önemli yerlerinden biri. Böyle bölgelere daha da yoğunlaşıyorlar o yüzden üniversitelere gidip geliyorlar. Bende hemen arkasından bu nedenle üniversiteye gelmek istedim. Önce kabul edildi son anda iptal edildi. 2004-2008 yılları arasında özellikle Amerikan İstihbarat örgütlerinin ülkeleri nasıl çökerttiği ile ilgili 82 bölüm program yaptım. Engeller oldu yarısı sansürlenerek çıktı."

Haber / Batı Karadeniz Ekspres Gazetesi

Banu Avar;“CHP’ye operasyon yapılmıştır”



"Sınırlar arasında” programıyla dikkatleri üzerine toplayan televizyon programcısı ve yazar Banu Avar, dün A.İ.B.Ü. Mavi Salon’da gerçekleştirilen etkinliğe katılmak üzere Bolu’ya geldi.

RÖPORTAJ: ZEKİ ERCİVAN

Kendini işsiz gazeteci olarak tarif ediyor. Çalıştığı bütün televizyon kanlarlından (TRT’de dahil) atılma nedenini yeni dünya düzeninin onun tarifiyle düzenin tanrılarının istemediği şekilde tarif ettiği için cezalandırıldığını söylüyor. Ama doğruları anlatmakta ısrar ettiğini ve bu durumu koruyabilmek için Cumhuriyet ve Sözcü gibi bilinen muhalif gazetelerde ücretsiz yazı yazmayı teklif ettiğini ancak bu kurumlardan da geri çevrildiğini söylüyor. Banu Avar A.İ.B.Ü.’de gerçekleşecek sempozyum öncesi sorduğum soruları yanıtladı. Avar çok ilginç tespitlerde bulundu.

Hocam bu soruyu daha dolambaçlı bir şekilde nasıl sorabilirim diye düşünüyorum ama sanırım bu durumun bir yolu yok TRT’den neden atıldınız?

Bu çok uzun süre önce olan bir durum ama şimdi cevap vermemizin bir anlamı olur mu?
Olur, tabi lütfen...

Söyleyeyim o zaman. Ben zaten dört sene TRT’de çalıştım. Birinci yıl daha çok Avrasya bölgelerine gidiyordum. Bu durumu daha çok şu şekilde düşündüler “Nasıl olsa Amerikan Avrasyacılığı da var bu programlar kullanılabilir” diye düşünüldü. Bizi orada tuttular. Ama ikinci seneden itibaren ben “Hangi Avrupa?” dizisini başlattım. Avrupa’da 17 ülkede ki uygulamaları eleştirmeye başlayınca ve özellikle Avrupa’da ki soykırım tarihi ile ilgili çalışmalar yapınca ki bu konu benim çok dikkatimi çeken bir konuydu. Avrupa neredeyse bütün yüzyıllarda soykırımlarıyla büyük insan katliamı yapmış bir yerdir. Bu durum bizim coğrafyamızda asla yoktur. İşte o soykırımlarla ilgili ve Avrupa birliği ile ilgili röportajlar yapmaya başladığımızda bu politikaların insanları nasıl harcayan politikalar olduğunu gösteren röportajlar yapınca o zaman yasaklamalar başladı. Yaklaşık kırk beş dakika verdiğim röportaj yirmi dakika çıkıyordu televizyonda. Benimde babamın memleketi Halep’te yapılan bir programda İsrail’e değinildiği için hemen hemen program üçte iki oranında kesintiye uğradı. Hemen arkasından İsveç, İsrail, Gürcistan gibi ülkelerde program yaptık ve programların devamında Büyük Ortadoğu Projesi’yle ilgili bir program yaptık. O çalışmanın kurgusunun hazırlandığı sırada çalışma odamıza bir arkadaş girdi ve bir sarı zarf var dedi. Bizde sarı zarfın ne anlama geldiğini herkes bilir. O sarı zarfı açtığımda işten atıldığımızı anladım.

Büyük Ortadoğu Projesi programı sizin işinizin sonu oldu yani…

Evet, daha sonra bu karar verildikten sonra kanal yöneticileriyle görüşmek istedim. Hiç çekinmeden gittim görüşme yaptım. Çünkü bir yıl daha sözleşme süremiz vardı. O zamanki yöneticilerden birine dedim ki “Ben dava falan açmayı düşünmüyorum ama bu kararın sebebini öğrenmek istedim” dedim gülerek Zeynel Koç isimli Bey bana açıklama yaparken ağzından şu sözler kaçtı “Ah Banu Hanım hiç ister miydik ama Amerika büyükelçisi İsrail büyükelçisi Gürcistan büyükelçisi çok baskı yaptı” dedi. Bende o odada bulunan dört ismi kayıt altına alarak oradan teşekkür edip ayrıldım. Yani bana açık ve net olarak yüzüme söylenmiş bir olaydır. Türkiye artık Türkiye’den yönetilmiyor dışarıdan büyükelçiler aracılığıyla yönetiliyor. Bu durumun somut bir kanıtıyım ben.

Sonrasında söylemek biraz tuhaf oluyor ama TRT öncesi TV 8’de de program yaptınız oradan da atıldınız galiba değil mi?

Evet, o dönemde Atilla Ağabey (İlhan), Erol Manisalı’da benimle aynı zamanda atıldı. Kanalın o zamanki patronu dedi ki “Ben NATO’yla ilgili ihaleler alacağım burada sizin olmanız benim için çok iyi değil” dedi ve bize “Hadi güle güle” dedi. Ben o kanalın belgesel bölümünü kurmuştum. Yüze yakın belgesel yapmıştım. Sokakta kalınca o belgesellerimi bir kurdeleye bağlayıp TRT’de Şenol Demiröz vardı o zaman çok ilginç bir adamdı. Ona gönderdim. Sonra TRT maceramız başladı. Sonra Şenol Demiröz atıldı ardından bir buçuk yıl sonra bizi attılar zaten.

Şuan herhangi bir yerde televizyon programı yapmıyorsunuz değil mi?

Hayır yapmıyorum. Yasaklıyım zaten. Program yapmam yasak. Cumhuriyet gazetesinde de yazdırılmıyorum. Sözcü gazetesinde de yazdırılmıyorum. Bedava yazmayı teklif ettiğim halde. ART’de programlarımı kendi paramla yapıyordum. Param bitti. Çünkü yaptığım etkinliklerde ben hiçbir yerden para almam hep ben veririm. Onun için param bitti yapamıyorum. Sözcü Gazetesi’ne başvurdum yazı yazmak için ama onlarda istemediler. Onlar daha çok Mine Kırıkkanat vari Avrupa Birliği’ne yakın isimlerin yazmasını tercih ediyorlarmış. Bende Avrupa Birliği’ne yakın biri değilim. Cumhuriyet Gazetesi yazmamı hiç istemiyor. Avrupa Birliği’ne yakın olmayan hiçbir ismin şuan bu alanda çalışabilme imkanı yok.

Anadolu gazetelerinde yazmayı düşünmez miydiniz? Mustafa Yıldırım sürekli olarak Anadolu gazetelerinde yazıyor.

Benimde yazılarım çıkıyor. İnternet gazeteciliği yapan arkadaşlar falan hemen benim yazılarımı alıp dağıtıyorlar zaten. Otuz kırk tane farklı noktada internet medyacıları benim haberlerimi yayınlıyor. Fethiye’den Mudanya’ya birçok noktada yayınlanıyor. İnternet dışında yayınlayacak alanımız kalmadı.

Ergenekon sürecinde herhangi bir sorunla karşılaştınız mı?

Ben iddianamenin dört farklı noktasında varım. Sevgi Eren Erol benim arkadaşımdı. Onunla ara ara telefonda konuşurduk. Bütün o konuşmalar var. Gel at binmeye gidelim gibi abuk subuk konuşmalarımızı koymuşlar oraya. İsteseler beni de o sürecin içinde dahil ederlerdi ama etmediler. Gerekli görmediler herhalde. Baktılar zaten sesi kısılmış.

CHP’nin son olarak oluşturulan parti meclisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ben o konuda da yazı yazmıştım. Şuan CHP’nin içine giren turuncu isimler var. CHP’ye turuncu devrim yapılmıştır. CHP’ye operasyon yapılmıştır. CHP diye bir şey kalmamıştır bence. Bütününe baktığım zaman durumun bu şekilde olduğunu gördüm. Ben daha çok Soros Vakfı’nın ve TESEV’in damgasını görüyorum. Dolayısıyla MYK’da bu isimlerin olması çok normal.   

Ama Kemal Kılıçdaroğlu’nun ilk genel başkan olarak gelişinde yaptığı konuşma o dönemde partilileri ve sosyal demokratları çok ciddi anlamda etkilemişti…

Ben CHP’nin bir bütün olarak bu şekilde bir hale getirildiğini düşünüyorum. Bence CHP’ye bir operasyon yapıldı ve bu hale geldi. Şuan görev alan insanlarda bir bütün olarak görevlerini yapacaklar. Tahmin ediyorum ki eğer Yugoslavya örneğini takip edersek Yugoslavya dağılmadan önce sosyal demokratlar getirildi işin başına. Çünkü milliyetçi cephelerden falan bıkmışlardı. Onları saf dışı ettiler. Önce sosyal demokratlar getirildi sonra anayasa değişti ve bitirdiler Yugoslavya’yı. İnşallah bizim sonumuzda aynı şekilde olmaz.

Perşembe, Aralık 23, 2010

15 Most Dangerous Drugs Big Pharma Don't Want You to Know About


November 19, 2010 (Altnet.org)

In the pharmaceutical industry’s rush to get drugs to market, safety usually comes last. Long studies to truly assess a drug's risks just delay profits after all -- and if problems do emerge after medication hits the market, settlements are usually less than profits. Remember, Vioxx still made money.

The following drugs are so plagued with safety problems, it is a wonder they’re on the market at all. It's a testament to Big Pharma's greed and our poor regulatory processes that they are.


Lipitor and Crestor

Why is Lipitor the bestselling drug in the world? Because every adult with high LDL or fear of high LDL is on it. (And also 2.8 million children, says Consumer Reports.) No one is going to say statins don't prevent heart attack in high-risk patients (though diet and exercise have worked in high-risk groups too). But doctors will say statins are so over-prescribed that more patients get their side effects -- weakness, dizziness, pain and arthritis -- than heart attack prevention. Worse, they think it's old age!

"My older patients literally do without food so that they can buy these medicines that make them sicker, feel bad, and do nothing to improve life," says an ophthalmologist web poster from Tennessee. "There is no scientific basis for treating older folks with $300+/month meds that have serious side-effects and largely unknown multiple drug interactions." What kinds of side effects? All statins can cause muscle breakdown (called rhabdomyolysis) but combining them with antibiotics, protease inhibitors drugs and anti-fungals increases your risks. In fact, Crestor is so highly linked to rhabdomyolysis it is doubly criticised: Public Citizen calls it a Do Not Use and the FDA's David Graham named it one of the five most dangerous drugs before Congress.

Yaz and Yasmin

It sounded too good to be true and it was. Birth control pills that also cleared up acne, treated severe PMS (Premenstrual Dysphoric Disorder or PMDD) and avoided the water retention of traditional birth control pills.

But soon after Bayer launched Yaz in 2006 as going "beyond birth control," 18-year-olds were coming down with blood clots, gall bladder disease, heart attacks and even strokes. Fifteen-year-old Katie Ketner had her gallbladder removed. Susan Gallenos had a stroke and part of her skull removed. College student Michelle Pfleger, 18, collapsed and died of a pulmonary thromboemboli from taking Yaz, says her mother Joan Cummins.


While TV ads for Yaz in 2008 were so misleading that FDA ordered Bayer to run correction ads, Yaz sales are still brisk. In fact, financial analysts attribute the third quarter slump in the Yaz "franchise" of 28.1 percent to the appearance of a Yaz generic, not to the thousands of women who have been harmed.

Why is Yaz sometimes deadly? It includes a drug that was never before marketed in the U.S. -- drospirenone -- and apparently causes elevated potassium, heart problems, and a change in acid balance of the blood. Who knew? But not only is Bayer still marketing it, women do not receive "test subject" compensation for using it either.

Lyrica, Topomax and Lamictal

Why would you take an epilepsy seizure drug for pain? The same reason you'll take an antipsychotic for the blues and an antidepressant for knee pain: good consumer marketing. In August FDA ordered a warning for aseptic meningitis, or brain inflammation, on Lamictal -- but it is still the darling of military and civilian doctors for unapproved pain and migraine. Lamictal also has the distinction of looting $51 million from Medicaid last year despite a generic existing.

All seizure drugs increase the risk of suicidal thoughts and behaviors according to their mandated labels. An April article in JAMA found seizure drugs linked to 26 suicides, 801 attempted suicides, and 41 violent deaths in just five years.


All three drugs can make you lose your memory and your hair, say posters on the drug rating site askapatient.com. Topamax is referred to as "Stupamax" in the military -- though evidently not enough to ask, "Why am I taking this drug again?"

Humira, Prolia and TNF Blockers

If you think pharma is producing a lot of expensive, dangerous injectables lately, you're right. Yesterday's blockbuster pills have been supplanted with vaccines and biologics that are more lucrative and safer...from generic competition, that is. The problem is, not only are biologics like Humira and Prolia creepy and dangerous -- they're made from genetically engineered hamster cells and suppress the actual immune system -- the diseases they treat are "sold" to healthy people.

Recently, thousands of college students in Chicago found inserts in their campus newspapers hawking Humira for Crohn's disease, rheumatoid arthritis and psoriatic arthritis. ("Hate psoriasis? Love clearer skin," says an ad on the Humira Web site featuring a pretty woman.) And earlier this year Prolia was approved by the FDA for postmenopausal osteoporosis with a high risk of fracture. Do healthy people really want to suppress their body's tumor necrosis factor (TNF) and invite tuberculosis, serious, possibly lethal infections, melanoma, lymphoma and "unusual cancers in children and teenagers" as the Humira label warns? Nor is it clear these drugs work. The Humira label warns against developing "new or worsening" psoriasis -- a condition it is supposed to treat.

Chantix

How unsafe is the anti-smoking drug Chantix? After 397 FDA cases of possible psychosis, 227 domestic reports of suicidal acts, thoughts or behaviors and 28 suicides, the government banned pilots and air traffic controllers and interstate truck and bus drivers from taking Chantix in 2008. Four months later, some military pharmacies banned the drug, which reduces both cravings and smoking pleasure. In addition to Chantix' neuropsychiatric effects (immortalized by New Bohemians musician Carter Albrecht, who was shot to death in 2007 in Texas by a neighbor after acting aggressively), Chantix is linked to angioedema, serious skin reactions, visual impairment, accidental injury, dizziness, muscle spasms, seizures and loss of consciousness.

In defending an increasingly indefensible drug, Janet Woodcock, director of the FDA Center for Drug Evaluation said last year, "Smoking is the leading cause of preventable disease, disability, and death in the United States and we know these products are effective aids in helping people quit." True enough -- but if you smoke cigarettes you can still drive an interstate truck.

Ambien

Sleeping pills like Ambien, Lunesta, Sonata and Rozerem only decrease get-to-sleep time by 18 minutes according to the National Institutes of Health (NIH).

But Ambien has additional cachet compared to its soporific brethren: it is the drug Tiger Woods reportedly used when cavorting with his consorts; and former U.S. Rep. Patrick Kennedy was taking it when he crashed his Ford Mustang while driving to Capitol Hill in the middle of the night to "vote" in 2006.

In fact Ambien's legendary somnambulism side effects -- people walk, drive, make phone calls and even have sex while sleeping -- has increased traffic accidents say law enforcement officials, with some drivers not even recognizing arresting police. Thanks to bad Ambien press, Sanofi-Aventis has had to run ads telling the public to get in bed and stay there if you are going to take Ambien. (Or you'll break out in handcuffs, as the joke goes.) Ambien has also increased the national weight problem as dieters wake up amid mountains of pizza, Krispy Kreme and Häagen-Dazs cartons consumed by their evil twins.

Tamoxifen

Is it a coincidence that Tamoxifen maker AstraZenaca founded Breast Cancer Awareness Month and makes carcinogenic agrochemicals that cause breast cancer? Both the original safety studies of Tamoxifen, which causes cancer, birth defects and is a chemical cousin of organochlorine pesticides, and its original marketing were riddled with scientific error. In fact, FDA objected to AstraZeneca's marketing claim of breast cancer prevention and the casting of endometrial cancer as an "uncommon" event 10 years ago.

Yet today pharma-linked doctors still tell women to take Tamoxifen to prevent breast cancer even though an American Journal of Medicine study found the average life expectancy increase is nine days (and Public Citizen says for every case of breast cancer Tamoxifen prevents there is a life-threatening case of blood clots, stroke or endometrial cancer). A Gynecologic and Obstetric Investigation study shows an example of Tamoxifen's downside: 57.2 percent of women on continuous Tamoxifen developed atrophy of the lining of the uterus, 35.7 coexisting hyperphasia and 8.1 percent uterine polyps. We won't even talk about eye and memory problems -- or the Tamoxifen cousin, Evista, that pharma is also pushing which has a "death from stroke" warning on its label.

Boniva

Why is the bisphosphonate bone drug Boniva available in a convenient, once-monthly formulation? Could patients balk at the fact that after you take it you have to avoid lying down for at least 60 minutes to "help decrease the risk of problems in the esophagus and stomach," wait at least 60 minutes before eating or drinking anything except water, never take it with mineral water, sparkling water, coffee, tea, milk, juice or other oral medicine, including calcium, antacids, or vitamins, and of course, "do not chew or suck"? Nor should you take Boniva, say the warnings, "if you have difficult or painful swallowing, chest pain or continuing or severe heartburn, have low blood calcium or severe kidney disease or if severe bone, joint and/or muscle pain."

Bone drugs like Boniva, Fosamax and Actonel are a good example of FDA approving once-unapprovable drugs by transferring risk onto the public's shoulders with "we warned you" labels. The warnings are supposed to make people make their own safety decisions. Except that people just think FDA wouldn't have approved it if it weren't safe.


Prempro and Premarin

You'd think Pfizer's hormone drugs Prempro and the related Premarin and Provera would be history in light of their perks: 26 percent increase in breast cancer, 41 percent increase in strokes, 29 percent increase in heart attacks, 22 percent increase in cardiovascular disease, double the rates of blood clots and links to deafness, urinary incontinence, cataracts, gout, joint degeneration, asthma, lupus, scleroderma, dementia, Alzheimer's disease and lung, ovarian, breast, endometrial, gall bladder and melanoma cancers -- pant pant. But you'd be wrong. Even as we speak, Pfizer-linked researchers are testing the cognitive and cardiovascular "benefits" of hormone therapy, in some cases with our tax dollars, at major universities. Even though the cancer rate in the U.S. and Canada fell when women quit hormone therapy in 2002 (as did the U.S. heart attack rate in women), pharma is rolling out HT "Light" for women who suffer from the "ism" of incredibly short memory.

Source: www.alternet.org/story/148907...

Güneydoğu’da bir iç savaş başlıyor! Uyanın…Uyanın…Uyanın artık!..

 
 
Erdal Sarızeybek'in bu yazısınız mutlaka okuyun...
Bu sözler Uğur Mumcu’ya ait. 1991’de söylemiş ve Cumhuriyet gazetesinde yazmış.

“Bu bir devlete meydan okuma ve bir ayaklanma hazırlığıdır!

Yıl 2010. 21 Aralık, Salı.Yukarıdaki sözler de MHP Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli’ye aittir.

91’de, Mumcu’nun bu sözlerinden sonra ne oldu?

2010’da Sayın Devlet Bahçeli’nin bu tespitlerinden sonra ne olacak?

Şimdi size tarihimizi konuşturacağım, ben bir şey demeyeceğim. Bakın yakın Türk Tarihi ne diyor bize…;

Yıl 1991. Mart’ın 13’ü. Uğur Mumcu, Ankara’daki bürosunda, oldukça öfkeliydi. Devlet makamlarının Irak’lı iki peşmergeyi, Barzani ve Talabani, muhatap almış olmasına çok içerlemişti. O’na göre devlet, bunu yapmış olmakla güç ve otorite kaybediyordu. Çalışma masasına geçti. Beyaz bir sayfa açtı. Kalem yazıyordu ama düşünceleri yazdıklarından daha ağırdı;

“Celal Talabani ve Mesut Barzani hangi “sıfat’ ile Türkiye’ye çağrılıyor? Dışişleri sözcüsünün ‘gayri resmi nitelik’ taşıdığını ileri sürdüğü bu gizli görüşme ‘devlet ‘ adına nasıl yapılabiliyor? Devlet adına kim, nasıl yetki kullanıyor? Bu ülke Dışişleri Bakanlığı yok mu? TBMM yok mu? Hükümet yok mu? Genelkurmay yok mu? Bu gibi konuların görüşüldüğü Milli Güvenlik Kurulu yok mu? Yetkili kurumlar ve kurullar yok mu? Partiler yok mu? Kamuoyu yok mu1?”
Aynı yıl, aynı ay ve belki de aynı saatlerde, jandarma istihbaratının güçlü isimlerin Binbaşı Ahmet Cem Ersever, Şırnak’taki bürosunda, 91 yılı itibariyle Irak’taki gelişmeleri üst makamlara rapor ediyordu. Durum endişe vericiydi. PKK terörü siyasi bir projeye dönüşüyordu. Umarım, beni anlarlar, diyerek aldı kalemi ve yazdı;

“Çok açık olarak ifade ediyorum; bu bölgede (Kuzey Irak) emperyalizmin denetiminde bir Kürt devleti kurulmak isteniyor. Apo, önderlik sorununa ilişkin kitabında, bütün Kürdistan’ı parçalara ayırmıştır. Bu parçalardan Türkiye Kürdistan’ın tüm Kürdistan’a önderlik edeceğini yazmıştır. Şimdi parçada önderlik değişti. İpleri elinde tutan emperyalistler, şimdi Kuzey Irak’a kendi denetimlerinde bağımsız bir Kürt devleti kuracaklardır. Daha sonra, Türkiye, İran ve zamanla Suriye’de çıkan kargaşalıklara bu Kürt devleti, “size yardımcı olayım” diyecektir. Türkiye Cumhuriyeti’nin Kuzey Irak’la ilişkisi PKK temelinde şekillenmiştir. Bu yanlıştır. Sonuçta işte Talabani gibi siyasi bir fahişe çıkar, PKK’yı koz olarak kullanır2…”

Binbaşı Ersever böyle diyedursun, Uğur Mumcu’nun ise öfkesi hala dinmemişti. İzlenen siyasetin yanlışlığını tüm gücüyle haykırmasına rağmen ülkede değişen bir şey olmuyordu.

Türkiye, emperyalistlerin tuzağına düşürülmüş ve bu tuzak içinde sürükleniyordu. Mumcu yeniden kalemini bir hışımla aldı ve yeniden yazdı;

“Kürt sorunu, ülke topraklarından parçalar kopararak değil, din ve mezhep bayramlarını silahlı çatışmalarla körüklemekle değil, ABD ve CIA destekli Kürtçülükle değil, Edirne’den Ardahan’a, Ağrı’dan İzmir’e, Diyarbakır’dan Antalya’ya kadar her yerde ‘insan haklarına saygıyla’ çözümlenir. Türk’ü Kürt’e, Kürt’ü Türk’e, Alevi’yi Sünni’ye düşman eden bu emperyalist siyasetin Türkiye’ye neler getireceğini görmemek için kör ve sağır olmak gerekir. Ya da ‘gaflet, dalalet ve hatta hıyanet içinde’ olmak3!”

Uğur Mumcu, Türkiye’nin içine çekildiği tuzağı inatla ve açıkça yazıyor, anlatıyor ve konuşuyordu. Emperyalizme karşı mücadelesinden,
‘bağımsız ve özgür bir ülke’ amacından asla vazgeçmeyecekti. Gerçekten de Türkiye, aslında bir bilinmeze değil, sonu belli bir yolda sürükleniyordu. 1991 Körfez Savaşı’nda “bir koyup üç alacağız” diyen Özal’ın izlediği siyaset, bir yandan Irak’ı parçalıyor, öte yandan Türkiye’yi ‘etnik ve dini temelde’ farklılıklar üzerinden ayrıştırıyordu. Gidişat iyi değildi. Aynı süreçte, bu tehlikeyi bir başka köşede ve bir başka açıdan gören bir Binbaşı da, üst makamlara rapor üstüne rapor yazıyordu;

“ ‘Şemdinli’ye dikkat, Şemdinli’ye dikkat edin’. Apo “Her şey Bir parça özgür vatan” sloganındaki özgür vatanın Şemdinli olacağını söylüyor… A. Öcalan’ın 92 yılı hedefi; Botan- Behdinan savaş hükümetini kurmak, ulusal meclis için seçimleri yapmak ve batı illerinde yeni bir örgütlenme ile batı da terörü tırmandırmaktır4…”

Botan, Van-Hakkari-Şırnak illerimizin çevrelediği bölgeydi. Behdinan ise, Hakkâri-Şırnak hattının güneyindeki Irak toprakları. Sözde savaş hükümetinin Türkiye’deki merkezi Şemdinli, Irak’ta merkezi ise Zaho olarak planlanmıştı. Öcalan, bir yanda terörün şiddetini tırmandırırken, bir yandan da halk isyanı hazırlamakla meşguldü. Uğur Mumcu, bu kara planı haykıran en güçlü isimdi. “Ulusal kurtuluş savaşları, emperyalist devletlerin gizli istihbarat örgütlerine ve bu devletlerin siyasetlerine güvenilerek yürümez. İngilizlerin “920-1930 yılları arasındaki Kürt siyasetleri, 1974 yılındaki Barzani Carter-CIA ilişkileri ve Bush’un en son “Kürt Oyunu” bu gerçeğin en güçlü kanıtlarıdır” diyerek, dikkatleri kurtuluş savaşımızda çıkarılmış olan isyanlara ve ardındaki emperyalist siyasete çekiyordu. Mumcu açıktan haykırıyor ve ‘Lozan ile Cumhuriyet’i kuran Türkiye, izlediği ABD yanlısı siyaset ile Sevr’e geri dönüyor’ diyordu;

“Çekiç Güç’ün amacı, “Federe Kürt Devleti”nin kurulması ve kurulan bu devletin Batı askeri gücüyle korunmasıdır. Bu sonuç, Kürtler açısından Kürtler’e özerklik veren 1920 Sevr Anlaşması’nın 64. Maddesinin gerçekleşmesidir…Çekiç Güç’ün koruması altında ve Amerikan mandacılığında bir Kürt devleti kuruluyor5…”


Bu sırada Öcalan, Botan-Behdinan sözde savaş hükümeti kurabilmek için devlete karşı isyan hazırlıklarına başlamıştı bile. Binbaşı Ersever, belki de son bir çırpınışla, bu tehlikeli gidişatı belirten raporunu yazmış, imzalamış ve hemen göndermişti;

“Apo, militanlarına verdiği talimatlarda isyan konusunu özellikle vurguluyordu; Genel bir ayaklanmaya hazırlanın, tarihi gün gelip çattı. Silahı olmayan silahlansın, parası olmayan silahı PKK’dan istesin. Her ev bir sığınak hazırlasın. Evlerinize gerekli malzemeyi stok edin. Ayaklanma komiteleri kurun. Herkes gücü oranında ayaklanma komitelerine yardımcı olsun”.. şeklinde talimat gönderiyordu6…”

Uğur Mumcu daha fazla sabredemedi ve son noktayı koydu;

“Güneydoğu’daki olayları, ne yazık ve ne acı ki Lübnan iç savaşındaki olayları izlercesine izliyoruz. Güneydoğu’da bir iç savaş başlıyor! Uyanın…Uyanın…Uyanın…Uyanın artık!…”

Mumcu doğru söylüyordu, Cem Ersever’in raporlarında yazdıkları da doğruydu. Öcalan, 92 Nevruz’unda bir ayaklanma başlatmak istiyordu. Bu amaçla yerel düzeyde yapılan PKK hazırlıkları ve olayları tırmandırma taktikleri ise şöyleydi;

“her mahallede bir ayaklanma komitesi kurulmuştu. Komite görevlileri, günlerce önceden ev ev dolaşarak, herkesin neler yapması gerektiğini anlatmışlardı. Halkın tümü, önde kadınlar ve çocuklar olmak üzere sokağa dökülecekti. Görev verilenler, PKK bayrak flamalarıyla Apo posterleri ve TC’nin sömürgeci faşist olduğunu, Kürtlerin bağımsız devlet kurması gerektiğini belirten dövizler taşıyacaktı. Herkes ayrıca yıllardır Apo’nun militanlarına ezberlettiği sloganları haykıracaktı; “Vur Gerilla Vur, Kürdistan’ı Kur”, “Kürdistan Faşizme Mezar Olacak”, “Kahrolsun TC”, “Yaşasın Apo, Yaşasın PKK…”

Ve düğmeye basıldı…

21 Mart Nevruz öncesi özellikle Cizre, Silopi, Şırnak, Nusaybin gibi yerler başta olmak üzere binlerce silahı şehirlere ve köylere sokarak, işbirlikçilerin eline tutuşturuldu.

20 Mart’ı 21’e bağlayan gece, çoğu askeri karakol ve kışlaya, polis karakollarına, devlet binalarına, devlet memurlarının evlerine olmak üzere yüz binlerce mermi atıldı. Bunun isi mi de Nevruz şenliklerine hazırlık’ oldu. Hatta şenlikler birçok yerde havan topu ve roketatarlarla yapıldı. Mermilerin çoğu kamu güvenliğini, genel asayişi sağlamakla görevli güçlerin bulunduğu binalara ve lojmanlara yönelmişti. Bir başka deyimler birçok yerde, masum Nevruz şenlikleri’ PKK’nın, halkı siper ederek topyekûn bir saldırısına dönüşmüştü7.

Çatışmalar yer yer ve günlerce sürdü ama alınan güvenlik önlemleri ve halkın sağduyusu ile bu yerel çatışmalar, topyekûn bir kalkışmaya dönüşmedi. Öcalan’ın bu girişimi sonuçsuz kaldı.

Halk isyanını gerçekleştiremeyen Öcalan, 92 Ağustos’unda, bu kez hudut karakollarına yöneldi. Botan-Behdinan sözde savaş hükümetini kurabilmek için, adeta çılgınca denilecek bir cüretle karakollara saldırıya başladı. Saldırıların merkez üssü Şemdinli’ydi.

Teröristler Şemdinli bölgesi hudut içinde Çarçella ve Balkayalar(Julia Dağı)’da, hudut dışında ise Hakurk, Basyan, Zagros ve Jerma’da çeşitli saldırı üsleri teşkil etmişlerdi. 1992 yılının Ağustos ayı itibariyle, yaklaşık beş bin kişilik bir terörist gurubu Şemdinli kuşatmıştı. Amaçları; hudut karakollarını ve Şemdinli’yi kısa süreli de olsa ele geçirmek ve sözde savaş hükümetini ilan etmekti. Bir ay içinde, imha amaçlı üç büyük karakol baskını yaşandı, öne Alan(Helena), ardında Aktütün( Bezele) ve nihayetinde Derecik(Rubaruk) karakollarına baskın tarzında eylemler yapıldı. Çıkan çatışmalarda 74 asker şehit düştü. Bununla birlikte, halkın desteği ile Mehmetçik örgüte ağır bir darbe vurdu.
Bu girişimi de sonuçsuz kalan Öcalan, halk ayaklanması (Serhildan) düşüncesini geçici olarak askıya aldı. Buna karşılık, bir yanda silahlı güçlerini elde tutarken, öte yanda, “Türkiyelilik, demokratik ve kültürel hakları, ana dilde eğitim gibi” masum demokratik istekler görüntüsü altında, terörü siyasi alana taşımaya başladı.

Aradan yıllar geçti. Uğur Mumcu ve Cem Ersever 1993’te öldürüldü. Her ikisinin de cinayeti faili meçhul kaldı, katiller bir türlü bulunamadı. 1999’da Öcalan Türkiye’ye, bir ABD-İsrail operasyonuyla, teslim edildi.

2002’de Türkiye’de siyaset değişti ve AKP tek başına iktidar oldu. Teröre siyasi çözüm adı altında, Öcalan’ın nerdeyse tüm istekleri yerine getirildi, ama bir şey hariç, o da; Öcalan ve ekibi devlet yönetimine bir türlü getirilemedi, Kürdistan kurulamadı.

Şimdi Öcalan İmralı’da yatıyor, ömür boyu hapis cezasına çarptırılmış bir hükümlü. Silahlı güçleri yine ayakta. Ardına aldığı küresel güçler, yine desteğinde. Sözde savaşa hükümeti kurmak ve ‘Serhildan’ dedikleri halk isyanını çıkarmak düşüncesi, yine akılda.

Önceden planlanmış olan ve ‘KCK’ adıyla bilinen ‘halk Meclisi’ kuruldu, çalışıyor. Geriye bir tek isyan kaldı yani ‘Sehildan’; isyan çıkarak ‘Devlet’i dize getirmek, hem hapisten kurtulmak, hem de Doğu’da yönetimin başına geçmek.

Peki nasıl?

1. 92’de planlanan ayaklanma, halk desteği olmadığı için gerçekleşememiştir.
2. Çiller siyaseti 93’te getirilerek şiddet tırmandırılmış ve güvenlik gerekçesiyle 3.225 köy ve mezra boşaltılmıştır. Yaklaşık iki milyon insan göç ettirilmiştir.
3. Göç eden insanlar, kasten kendi kaderine terke edilerek mağdur bir halk kitlesi ve gençliği yaratılmıştır.
4. Habur açılımıyla terörist guruplar, bu mağdur halk ile buluşturulmuş, ayrılıkçı Kürt hareketine halk desteği sağlanmıştır.
5. Bu destek ve AKP Siyaseti eliyle PKK terör örgütü, Doğu ve Güneydoğu’da güç ve otorite haline getirilmiştir. Artık arkasında belli bir halk desteği vardır. 92’de gerçekleştirilemeyen ayaklanma şartları artık oluşmuştur.


ŞİMDİ DİKKAT!

Bu bir PKK değil, AKP projesidir!

Bir zamanlar Erbakan’ın “bu olacak ama kanlı mı olacak, kansız mı olacak” sözlerindeki ana fikir Erdoğan siyasetiyle; “Kürdistan kurulacak ama kanlı mı olacak, kansız mı” şeklinde dönüştürülmüştür.

Erdoğan siyaseti Türk milletini tehdit etmektedir, nasıl mı?

Erdoğan siyaseti, ABD’nin projesine uygun olarak Kürdistan kurulmasına karar vermiştir. Türk milletine iki seçenek sunmaktadır;

1. Ya bana oy vereceksin, ben kansız bir şekilde Kürdistan’ı kuracağım!
2. Ya da bana oy vermeyeceksin, ben de ayaklanma çıkarıp, kanlı bir şekilde yine Kürdistan’ı kuracağım!


Bu iki seçenek nasıl uygumla geçecektir?
İLK KURŞUN
1. PKK’ya destek verilerek ayaklanma potansiyeli yaratılmıştır.
2. Haziran 2011 seçimlerine kadar “Özerk Kürdistan” Kürdistan Bayrağı” Kürtçe ana dilde eğitim” gibi tartışmalar hız kazanacak, yer yer Doğu’da halk hareketleri tırmandırılacaktır.
3. Seçimlerde AKP tek başına iktidar olursa, hemen Anayasa’yı değiştirecek; Türk kimliği kaldırılacak, yerey yönetim reformu denilerek belediyelere ÖZERKLİK verilecektir. Kaynak ve insan yönetimi ardında İsrail ve ABD olan PKK’nın eline geçecektir. Anayasa’da Türkiye üniter olacak ama fiiliyatta Özerk Kürdistan hayata geçirilecektir.
4. Barzani Kürt Devleti’ni ilan edecektir.
5. Doğu bir halk hareketiyle sözde bir referandum yapılıp, Barzani Kürt devleti ile birleşmek kararı alınacaktır. Bundan sonrası yine ayaklanmaya dönüşecektir.

AKP TEK BAŞINA İKTİDAR OLAMAZSA;

“ ZATEN TABANI HAZIR OLAN AYAKLANMA, TEMMUZ AYI İTİBARİYLE BAŞLATILACAK VE YENİ GELEN HÜKÜMET, BİR AYAKLANMA İLE KARŞI KARŞIYA KALACAKTIR”.

Bu olası ayaklanmanın merkez üssü Hakkari, Yüksekova ve Şemdinli’dir. Osmanlı’da ilk Kürt ayaklanması olan Şeyh Ubeydullah ayaklanması Şemdinli’den başlamıştır. PKK’nın ilk saldırısı Şemdinli’ye yapılmıştır. Şemdinli, Barzani’nin Kürt devletine giden en kısa yoldur. İlk isyancı başı Şeyh Ubeydullah Şemdinli Bağlar köyündendir. Nakişbendi Şeyhi Seyyid Taha’nın oğludur.

TÜRKİYE NE YAPABİLİR?

1. Türk milleti uyanmalı ve AKP’nin bir siyasi parti değil, siyasi bir proje olduğunu görmelidir. Bu amaçla Türk aydınları karış karış Anadolu’yu gezip halkımızı aydınlatmalı ve tehlikeden haberdar etmelidir.
2. Nakşibendî tarikatına üye olan kardeşlerimiz, AKP’nin yarattığı bu tehlikeden haberdar edilmelidir. Çünkü bu ayaklanma, Nakşî Kürt ağaları ile PKK ağaları tarafından hazırlanmakta ve Gülen siyaseti buna destek vermektedir8.

3. Türk Ordusu böylesi bir tehdide karşı çok geniş çaplı bir harekât planını şimdiden yapmalıdır. Bu plan içerinde, ayaklanma bastırıldıktan sonra, hayata geçirilmesi düşünülen reformlar da yer almalıdır; “Tarikat ve cemaat okul, yurt ve pansiyonların devletleştirilmesi, özel okulların devletleştirilmesi, toprak reformunun yapılması, cehaleti ortadan kaldıracak bir seferberliğin hayata geçirilmesi, feodal ağalığa son verilmesi, tarım ve hayvancılığın geliştirilmesi gibi ekonomik, sosyal reformlar…
4. Siyasi partiler güç birliğine gitmelidir. Türk ordusuna yapılan haksız saldırılara karşı, tüm siyasi partiler harekete geçmeli, bu saldırıları durdurmalıdır. Tüm siyasi parti başkanları Genelkurmay Başkanlığı’nı ziyarete gitmeli ve olası bir ayaklanma tehdidinin nasıl bertaraf edileceği konusunda görüş alış verişinde bulunmalıdır.

Bu amaçla Türk milleti AKP siyasetini derhal değiştirmek için, yeni ve milli(ulusal) bir siyaseti iktidara taşıyacak şekilde oylarını birleştirmelidir.

Kaybedecek zaman yoktur, geçen her zamanda ayaklanma yapmayı düşünenler, halk desteklerini artırmak için ellerinden geleni yapacak, dolayısıyla bu tehdit her geçen gün büyüyecektir.


Bu bir komplo senaryosu değildir, senaryo diyenler, açıp yakın Türk tarihinde çıkan isyanları iyi okumalıdır. ABD, Kuzey Irak’ta, 2011’de, bağımsız bir Kürt devletinin kurulduğunu ilan etmeye hazırlanmaktadır.

Ben bir kişiyim, tek. Sizlerin desteğiyle tek başıma bu mücadeleyi sürdürüyorum, kimseyle organik bir bağım yoktur.

Bu mücadeleye katkım sınırlıdır, biliyorum.


Yazıyorum, Anadolu’yu karış karış gezip anlatıyorum. İl, ilçe ve köylere, üniversitelere gidiyor ve bu tehlikeyi açık açık anlatıyorum. Bir yandan da İstanbul soruşturmasıyla uğraşıyorum, bize baskı yapıyorlar, susturmaya çalışıyorlar, bir ölçüde tehdit ediyorlar ama hepsine ailece katlanıyor, mücadeleyi bırakmıyoruz asla bırakmayacağız.

Bizi bu mücadelede destekleyen kardeşlerim. Kardeşler arasına kan girmeden bu tehlike yok edilmelidir. Araya kan girdiğinde, tehdit daha da ağırlaşacaktır.

Hem bizi desteklemek hem de bu mücadeleye, bizim çalışmalarımız çerçevesinde, katkı sağlamak istiyorsanız; Kurt Kapanı( Tehlike Yakın ve Ağır) ve İhaneti Gördüm kitabını alınız, gücünüz ölçüsünde ücretsiz dağıtınız, okuyunuz, okutunuz, köylere gönderiniz, öğrencilere ücretsiz veriniz, köy öğretmenlerine gönderiniz, Gülen cemaatine yakın olanlara gönderiniz, herkesin bu tehlikeyi görmesini sağlayınız.

Amaç, halkımıza, bu yolu da kullanarak, ulaşabilmektir. Tehlikeyi gören Türk milleti, sağduyusunun gücüyle bu tehlikeyi yok etmesini bilecektir.

Erdal Sarızeybek


21 Aralık 2010

Not: Kurt Kapanı kitabı esas alınarak bu yazı hazırlanmıştır.

İLK KURŞUN

Salı, Aralık 21, 2010

PSİKOLOJİK MEDYA OPERASYONU / Banu AVAR

Küresel sermaye  hedef ülkelerde öncelikle medyaya el koyar. Yugoslavya’nın çöküşü medya operasyonuyla başlamıştır.. Rusya ve Endonezya’da  millete ilk darbeyi küresellerin elindeki medya atmıştır.

Son  6-7  aydır televizyon ve  gazetelerinizde ne görüyorsunuz ve bu sizi nasıl etkiliyor?  Birileri bilin ki bunun çetelesini tutuyor…

ABD merkezli PSİKOLOJİK OPERASYON medya aracılığıyla yürütülüyor.  Ne zaman haber dinleseniz, AKP’li CHP’li, BDP’li  memurların ‘kürtçülük’ söylemleriyle karşı karşıya kalıyorsunuz… Son 5 aydır, APO siyasi muhatap konumuna yükseltildi.. Demeçleri tüm medyayı kapsıyor.. Avukatları ondan gelen beyanatları yayıyor…

Türk Silahlı kuvvetleri sadece Balyoz operasyonu ile gündeme gelirken, AKP, CHP, BDP, DTK ve bir yığın Sivil toplumcu  Amerika’nın ‘Kürtçülük’ propagandası ile ekran ve manşetlere çıkıyor.

BDP’li siyasilere verilen süre her geçen gün artıyor.. Bunun tesadüfi olduğunu mu sanıyorsunuz?

Muhabirlerin çoğu Kürtçe tınılı konuşmaya başladı… Tesadüf mü sanıyorsunuz?

Haber tartışma programları neredeyse tümüyle Amerikan  Kürtçü tezlere ayrıldı.. Hemen hepsinde  Mustafa Kemal aşağılanıyor, Kürtçülük  ‘demokratik özerklik’ parlatılıyor…

Kulaklarınızı oğuşturuyorlar… alıştırıyorlar! Evinize, sofranıza, misafir oluyorlar…

Haberler bitiyor, diziler başlıyor… Aynı oyuna orada tanık oluyorsunuz…

Komedi programları, ‘talk’ şovlar,  benzer minvalde gidiyor…

Tam olarak algılayamasanız da derin algı yaratılıyor… Alıştırılıyorsunuz!

Medya operasyonu yeni değil.  Türkiye’ye Batı’nın deli Gömleğinin giydirildiği 12 Temmuz 1947’de yapılan anlaşmadan okuyalım:

‘Türkiye hükümeti, Amerikan yardımının amacı, kaynağı, mahiyeti, genişliği miktarı ve işleyisi hakkında Türkiye’de tam ve devamlı yayın yapacaktır’.

Amerikan Devleti, bir ekonomik anlaşmada bile 3. maddeye BASIN YAYIN’ı aldıysa  bu, operasyonun  önemli bir ayağını deşifre eder.

1947’den beri, Türkiye’de yaygın medya  çeşitli psikolojik operasyonun aktif parçası olmuştur.  Haberleri, tartışmaları, dizileri, yarışmaları bu gözle izleyin..

Alın size iki örnek:

13 aralık 2010 Hürriyet gazetesi
Manşet: ‘KÜRT STAR’ aranıyor.
Alt başlık: ‘TRT ŞEŞ ‘Kürt Star’ı seçecek.

 15 aralık 2010 Yeni şafak gazetesi
Manşet: Türkünü Kürtçe söyle
Ödülünü TOKİ’den al!
Alt başlık: TRT 6’nın Kürtçe şarkı yarışmasında  Kürt sanatçılar jüri olacak

Devamı var. ABD’nin Ortadoğudaki  taşeronu rolü biçilen Türkiye, bu yarışmaya Suriye ve  Iraklı Kürtleri de dahil ediyor.  

ABD’nin hedef bölgesi, petrol coğrafyası  sadece asker çizmeleriyle değil, medya operasyonuyla da işgal ediliyor…

Türkiye’ye BOP çerçevesinde verilen görev icabı, kukla Kürt devletinin hamiliğine kültürel soykırım taşeronluğu da ekleniyor…

2000 yıllık kültür bir süre daha bu baskıyla mayalanır, mayışır ama son durakta küresel dışkıyı suratlarına geri fırlatır!

HERŞEY ŞİMDİ BAŞLIYOR! / BANU AVAR

Yılın öyle bir zamanındayız ki  gece gündüze yeniliyor… Muazzez İlmiye Çığ yazmış:

22 Aralık'ta gece gündüzle savaşıyor. Uzun bir savaştan sonra gün geceyi yenerek zafer kazanıyor. Güneşin yeniden doğuşu, bir yeni doğum olarak algılanıyor Türklerde.’  Yerini bahara bırakacak bir kış başlıyor…

Türkiye yepyeni bir yılı, yepyeni bir dönemi karşılamaya hazırlanıyor… Uzun süren bir gecenin yenilgisinin habercisidir belki bu dönem…

Bir de böyle bakalım!

10 ekim 1917. Türkiye’nin doğusunda bir Kürdistan ve bir Ermenistan devletini haritalara koyan ABD başkanı Wilson, çalışma arkadaşı Albay House ile yazışıyor.

Türkiye bütünüyle ortadan silinmeli. Barış Konferansına kadar bekleyemeyiz!’ diyor.

Albay House cevap veriyor:

‘ Türkiye’yi galip devletler arasında paylaştıracağımıza, IRKLARA GÖRE ÖZERK YÖNETİMLER KURMAK daha akıllıca!

Şunu söylüyorum: Önümüzde duran  hesap  yüz yıldır masada…

1919’da bir Amerikan heyeti  başkan Wilson’a bir memorandum göndermişti. Bu memorandumda, Türkiye için yeralan düşünceler şöyleydi:
  • ‘Türkiye Orta Avrupa güçlerine bağlanarak yola getirilmiştir. İstanbul ve Bogazlar uluslararası bir yönetime bağlanarak Berlin-Bağdat ekseni kontrol edilecektir.
  • Osmanlı İmparatorluğu yönetimi altındaki değişik ırklar baskı ve kötü yönetimden kurtarılacaktır.
  • Böylece Ermenistan’ın özerkliği, Filistin, Suriye ve Arabistan’ın medeni milletler tarafından koruma altına alınması gerçekleşecektir!’.
Aynı sözler 70 yıl sonra 1988’de bir başka ABD heyeti tarafından kaleme alınarak Başkan Reagan’a verilecekti:

‘Körfez ülkeleri medeni milletler tarafından koruma altına alınmalıdır. Türkiye Basra Körfezindeki  ABD çıkarları ve  Akdeniz’deki müttefik donanmaları için kilit önemdedir’.

100 yılı aşkın bir çaba onların ki… Milyonlarca dolar harcadılar, işgaller yaptılar. Kukla devletler kurdular, başkanlar, başbakanlar, müsteşarlar, istihbaratçılar, medyacılar satın aldılar..Tüm siyasi partilerin omurgalarıyla oynadılar.. İş dünyasının dolaysız kontrolü ellerinde..

Ama olmadı işte!….Olmayacak da!

Türkiye, ABD’nin onu görmek istediği yere bir türlü gelmiyor. Kendi  günden güne eriyor ama Türkiye bunca oyuna rağmen, işbirlikçilere, hainlere, gaflete ve dalalete rağmen  ayakta durmaya devam ediyor…  
Küresel sermayenin çökmeden önceki son şansı  ‘Mezopotamya petrollerine el koymak’!

Bunu ya  Türkiye’ye rağmen ya da Türkiye ile yapacak!

Ama bu ülkenin başına geçenler, küresel sermayenin adamı olarak adımlar atarken, iş Kürdistan kurmaya gelince  aksamaya başlıyorlar.  Bu Çiller’de de Özal’da da Demirel’de de görülmedi mi?

Bir yandan küresel sisteme entegre olmaya çalışırken, bir yandan Batı’nın en önemli siyasi manevrası  Kürdistan kurmaya  gelince ayak diretiyorlar.

20 yıldır Körfez ülkelerindeki tüm CIA operasyonlarına  rağmen, bölge tam anlamıyla ABD kontrolüne girmiyor.. Her tarafı sorunlu! Filistin, Suriye, İran,  Kıbrıs’da keşmekeş bitmiyor!

2 milyon kişiyi göçettirip, 2 milyonu katlettikleri Irak ABD’ye biat etti mi? Ya Afganistan?!

Şimdi tüm güçleriyle KİLİT ÜLKE Türkiye üzerinde çalışıyorlar… Bir Obama telefon hattında, bir Clinton irtibatta… Vamık Volkan her tarafta.. 35 kişilik CIA ekibi canhıraş çalışıyor… İktidar ve ana muhalefet içinde ABD uzantılı isimler göreve koşuldu.. ‘Başkanın adamları’; PKK ve uzantıları, Fethullah cemaati, TÜSİAD ağababaları, yepyeni CHP’nin yeni yönetimi, AKP’nin malum isimleri  medya ve üniversitelerin  maaşlı neferleri ellerinden geleni artlarına koymuyorlar…

Mezopotamya petrollerine giden yolda buldukları ilk ve son çare bir kukla Kürdistan  devleti .  100 yıllık planları çerçevesinde Türk ordusu bitirilecek,  siyasiler Kürtçüleştirilecek, 30 yıldır besledikleri aktörler son darbeyi indirecek!

2. İsrail Türkiye İran, Suriye, Irak’ın göbeğine kurulacak…

Plan bu…
Çok gecikmiş bir plan.. Dünyanın her tarafını birbirine katan CIA hiçbir ülke ve bölgede bu kadar başarısız olmamıştı.   50 yıldır bilfiil uğraşıyor, darbeler yapıyor, eğitimi bozuyor, aç bırakıyor ama tam netice alamıyor. 

Türkiye’deki öncü gücüne  Habur girişiyle verdiği talimat  OLDU BİTTİ  planı uygulamaktır.. BDP-PKK-DTK herneyse de facto iş bitirecektir.

Bayrağını asacak, ordusunu kuracak, meclis inşa edecek, bölge petrolü ve madenlerine el koyacak, Kürtçeden başka dil konuşmayacak, çocuğunu okula yollamayacak ve günü geldiğinde sınırlarını ayıracaktır!..

Günün gelmesi şu demektir…Böyle bir kalkışmada Türkiye ve ordusuyla başa çıkılamayacağına göre  önce 

Batıya bağlı Alevi eylemleri,
Batıya bağlı  solun eylemleri
Batıya bağlı dinci eylemleri,,
Batıya bağlı  Çerkez – Laz, Gürcü eylemleri planlanacak, ortalığı toz duman kaplayacak, ve  iç savaş ortamı yaratılacaktır.

O zaman dış müdahale ŞART olacak, ‘barış gücü askerleri’ bölgeye intikal edecek, hatta Irak’daki işgalci Amerikan ordusu 1 saatte görev başına geçecektir.

Planlanan budur…
Böyle kuruluveren bir Kürdistan’da en büyük zulmü bölge insanı görecektir!!

Bu senaryoda SİSTEMİN ADAMLARI’nın havsalalarının alamayacağı gelişmelerle karşılaşacaklardır… Tıpkı geçen yüzyılın başında onları şaşırtan gelişmeler farklı bir biçimde tekraralanacaktır.

Hatırlatalım… Bir avuç işbirlikçi, durum karışınca ilk kaçacak olanlardır. Kürdüyle, Arabıyla, Çerkezi, Alevisi, Süryanisi, Lazıyla Türk milleti fena DİRENİR!… Her türlü partiye oy vereniyle, her çeşit din mensubuyla bu milletin tek  ve en önemli özelliği  boyuneğmezliktir..

Çarşamba, Aralık 15, 2010

Şimdi Sıra 'Sızıntı Medyası'nda / Banu AVAR

Şimdi Sıra 'Sızıntı Medyası'nda

Assange yeniden gündemde… Serbest mi, nezarethanede mi? Wiki sızıntıdan ayrılanlar Openleaks kuruyorlar… Daha fazla sızıntı ortalığa yayılacak… Artık iyice deşifre olmuş olan medya devleri, ‘kontrollü sızıntıyla’ ‘şeffaf’ MIŞ gibi yapacak!

Aslında Assange ve Wiki sızıntı olayı bize küresel medyayı görmemiz için mükemmel bir ayna.

Biri büyük medyada parlatılır, ‘şekillendirici bilgi’ ortalığa yayılır…

Kanada’dan yayın yapan Global Reseach adlı sitede Prof. Michael Chaussodovsky dün Assange ve ‘şekillendirici bilgi’ konusunda bir yazı yazdı.

Assange’ın ‘Avrasya ve Orta Doğu’daki baskıcı rejimler’ söylemini, renkli devrimlere meraklı Amerikan elitinin söylemiyle büyük benzerlik taşıdığını vurguladı ve özellikle Assange’ın ABD istihbaratıyla olan ilişkisinin altını çizdi.

Küresel elitin yayın organlarında çarşaf çarşaf reklamı yapılan site ve sahibi Assange’ın büyük medyadaki röportajlarından bir derleme sunan Prof. Chauossodovsky, Assange’ın söylemlerinin Soroscu Turuncu darbe imalatçılarıyla birebir örtüştüğünü anlatıyor ve Assange’ın tüm röportajlarda şu cümleyi tekrarladığını vurguluyor:

‘Hedefimiz, Çin’deki, Rusya ve Orta Asya’daki baskıcı rejimlerdir.’ (The New Yorker, 7 Haziran 2010)

Sızıntıların küresel medyada kopardığı fırtınaya dikkat çekilen yazıda, The New York Times bağlantısı irdeleniyor.

‘Amerika’nın şirket medyası ve özellikle CFR, (Dış İlişkiler konseyi), Washington düşünce kuruluşları ve Wall Street’le olan yakın bağıyla, New York Times gazetesi, küresel güç odaklarının merkezinde yeralır.’

Böyle bir gazete nasıl oluyor da ‘şeffaflık’ havarisi bir pozda, Wiki sızıntıları yayıyor ve Assange’a göğsünü siper ediyor? Profesörün sorusu bu.

Üstelik sızıntılar sızmadan önce sisli eller tarafından redakte ediliyor… Bu bilgiyi ‘New York Times’ın Washington temsilcisi David E. Sanger veriyor: ‘ Tüm materyali dikkatle inceledik ve hatta 100 civarında konuşmayı ABD hükümetine göndererek herhangi bir redaksiyon isteyip istemediklerini sorduk!’

Medyada bilgi kirliliği yaymakla ünlü The New York Times Wiki sızıntıları ‘düzenleyip’ ardından sayfalarını açınca bir anda politik aparattan sesler yükseliyor ve Rockefeller’in New York Times’ı ‘komplocu’ ilan ediliyor…

Assange’ın işbirliği yaptığı New York Times’ın Washington temsilcisi, David Sanger ilginç bir isim. Bu güne kadar küresel elitle yakın ilişkisi gizlenemez boyutta. Amerikan derin yapılanması CFR’nin ve Aspen Strateji Enstitüsü'nün üyesi. Bu örgütler Madeleine Albright, Condolezza Rice, eski CIA başkanı John Deutsch, Dünya Bankası eski başkanı R. Zoellick’e de evsahipliği yapıyor.

Assange’ı ‘parlatan’ diğer gazeteciler de Sanger’den farksız. Onlarında çoğu CFR ile ilişkili.. Time dergisinden Richard Stengel, The New Yorker’dan Raffi Khatchadurian gibi…

Bu gazetecilerin ortak yanları, yıllardır CFR politikaları çerçevesinde yazılar yazmaları.. Özellikle David Sanger, 2005’den beri ‘İran’ın nükleer hırsları’ konusunu işlemekte ve öne çıkarmaktaydı. Bu çalışmanın sonucunda konuyla ilgili ‘sızıntıları’ Uluslar arası Atom Enerji ajansına ve devlet birimlerine yollamıştı. Çalışmaları BM Güvenlik teşkilatınca değerlendirilmiş ve İran’a yaptırımlar bu sürecin sonunda başlamıştı!

Pakistan’da sızıntılardan payını almıştı ve ‘Afgan Talibanlarıyla ilişkisi ve El Kaide’ye yardımları’nı belgeleyen sızıntılar nedeniyle, Amerikan askerlerine Afganistan Pakistan arasında geniş hürriyet sağlamıştı

Prof. Chauossodovski, ‘Sızıntılar’ın küresel elitin çıkarları doğrultusunda 2 önemli görevi tamamladığını yazıyor:

    1) İran nükleer silahlanma programına sahip ve küresel güvenlik için bir tehdit 2) Suudi Arabistan ve Pakistan El kaidenin sponsor devletleri. NATO ülkeleri ve Amerikaya düşman İslamcı terörist örgütlerin destekçileri’
Amerika’da büyük basın yayın organları yıllardır, sadece işine gelen ‘yalanlar’la kamuya yanlış bilgilendirme oyununu başarıyla sürdürürken, birdenbire bu ‘değişim’ neden?!

Hidayete ermelerinin bir nedeni olmalı…

Şöyle diyor Prof. Chaussodovsky,

    ‘Assange’ın arkasında duran basın yayın organları ve ilgili gazeteciler uzun yıllardır Amerikan istihbaratının has adamları ve askeri istihbarat örgütleriyle derinden ilişkili!... The Economist mesela, Assange’a ödül veren dergi, İngiltere elitinin yayın organı. Irak savaşına katılıma en büyük desteği vermişti. 1972-89 arasında derginin yönetim kurulu başkanı Rothshield kardeşlerden biri.. Şimdi karısı yönetim kurulunda. Assange, bilgi kirliliğinin baş aktörlerinden biri olan Economist’ten nasıl bu büyük desteği alıyor? Medyadaki ‘büyük eller’ bir ‘muhalefet’ yaratma operasyonuna mı giriyor?’
Üstelik Assange’ın avukatı ingiltere’nin en elit hukuk bürolarından birinin sahibi. Mark Stephens aynı zamanda Rothshield ailesinin de avukatlarından biri.

Yazısının sonunda Prof. Chaussodovsky şu önemli saptamayı yapıyor:

    ‘Wikileaks projesi dünyaya el koymaya hazırlanan, Yeni dünya Düzenci çetenin çok karmaşık bir düzeneği görünümünde. Artık ne NATO -ABD savaş suçları umurlarında, ne de en üst düzey hükümet mensuplarının isimlerinin yıpranıp yıpranmaması. Herkesin yerine yenisi gelir! Korunması gereken tek şey vardır: Politik aparatın arkasında< duran küresel elitin çıkarları!’
Wiki sızıntılar ABD istihbaratı ve büyük basını tarafından dikkatle düzenlenmiş belgeler. Dünyaya belli eller tarafından yayıldılar. Ve halk yığınlarınca kabul edildiler. Ne de olsa ‘saygın’ medya onlara yer veriyordu!.

Böylece, ABD basını ve istihbaratı ‘şeffaflık’ ve demokrat görünümde koca bir adım attı. Amerika’daki savaş karşıtı muhalifler bu sayede hükümete yaklaştı: Bunca teröre dair sızıntıdan sonra artık ‘Savaşa karşıyız ama Teröre karşı savaşı destekliyoruz!’ diyorlar..

Assange üzerine düşen görevi başarıyla tamamladığında kamuoyu yeni sızıntılarla sarsılmaya hazır olsun. Müjdesi BBC’den geldi bile.. Wiki’den ayrılan Daniel Domscheit-Berg' in OPENLEAKS’i (açık sızıntıları) gerektiği zaman gereken coğrafyalarda ‘operasyona’ yol açan belgeleri sızdırıverecek… Kamuoyu oluşturulacak, destekler alınacak, enerji kaynakları ve hatları için Amerika üzerine düşeni yapacak…

ABD-NATO Füze Kalkanı ve Arka Planı / Halûk DURAL

Füze Kalkanı nedir?

ABD Başkanı Reagan zamanında başlatılan YILDIZ SAVAŞLARI projesi, esas itibariyle düşman füzelerini uzayda lazer toplarıyla vurmak için geliştirilen bir proje olup, zaman içinde proje maliyetinin çok yükselmesi ve gerekli teknolojik ilerlemenin sağlanamaması nedeniyle rafa kaldırılmıştır.

Bunun yerini, ABD'nin balistik füze saldırılarına karşı korunması için, geliştirilmeye başlanan FÜZE KALKANI projesi almıştır. Füze kalkanının esası, bir balistik düşman füzenin, füzesavar bir füzeyle vurulmasıdır.

Balistik Füzeler

Balistik füze, menzile bağlı olmaksızın, atıldığı yerden hedefine varana kadar bir parabolik rota üzerinde hareket eder. Bu rota başlıca dört bölümden oluşur: i)- itme evresi (boost phase), motorların yakıt bitene kadar çalıştığı kısım, ii)- yükselme evresi (ascent phase), yakıtın bitmesinden sonra atmosferden çıkıp, füzenin ağırlığı ile yerçekiminin dengelendiği ve artık yükselmenin durduğu zirveye (apogee) varış, iii)- düşme evresi, füzenin yerçekimi etkisiyle hızlanarak alçalması (descent phase) ve son olarak iv)- son evre (terminal phase), füzenin yeniden atmosfere girip hedefe ulaşması.

Ana yakıtı yükselme evresinde bitmiş olan füzenin düşme ve son evrelerde sadece hassas hedef ayarlaması yapan küçük motorları bulunabilir ve füze bu nedenle büyük rota değişiklikleri yapamayacağı için bu iki evrede; atmosfer dışındayken yüksek irtifa füzesavar füzeleri veya atmosfer içindeyken orta irtifa füzesavarlar tarafından vurulur. Balistik füzelerin 1000-9000 km olan menzilleri ile kıyaslandığında füzesavarların menzilleri 45-400 km gibi küçük kaldığından, füzesavar füze bataryaları, hedef ülke topraklarında kurulur.

ABD füzesavar sisteminin çalışma esası

Bir kıtalararası balistik füze (ICBM inter-continental balistic missile) ateşlendiği zaman uydular tarafından algılanır ve kontrol merkezine bildirilir. Füze, geliştirilmiş erken uyarı radarları (upgraded early warning radars) tarafından izlemeye alınırken, ayrıca radar dalgalarının X bandında (dalga boyu3 cm) çalışan X-bandı radarı ile hassas rota tayini yapılır. Rotası kesinleşen füze atmosfere girince, denizde veya karada konuşlandırılmış füzesavar füzesi ateşlenir. Balistik füzenin yolunu kesen füzesavar onunla çarpışarak veya yakınında infilâk ederek, düşman füzesini imha eder.


ABD füzesavar sistemi kademeleri

ABD tarafından geliştirilen füzesavar sistemlerinde; 300-1000 km kısa menzilli balistik füzelere (SRBM) karşı, hedef ülke topraklarına yerleşen Patriot PAC-3'ler (Patriot Advanced Capability), 1000-3000 km orta menzilli füzelere (MRBM) karşı yine hedef ülke topraklarına yerleştirilen THAAD (Terminal High Altitude Defense) füzeleri, 3000-5500 km ara menzilli füzelere karşı denizde gemi veya platformlarda konuşlu Aegis (Aegis Missile Defense Ships and Aegis Ashore platforms) füzeleri ve 5500 km'den daha uzun menzilli kıtalararası füzelere karşı ise merkezi ölçüm ofisi (Central Measurement Office-CMO) için yüksek irtifada Aegis füzesavarları için veri toplanır.


Türkiye'ye yerleştirilmek istenen füze kalkanı

ABD-NATO Projesi

Türkiye'ye 2 adet AN/TPY-2 Forward-Based X-Band radarı (Army Navy/Transportable Radar Surveillance) yerleştirilecektir. Bu radarların menzili 4300 km'dir.

Balistik füzelerin yörünge tayinini hassas şekilde yapan bu radarlar, ABD ordusunun Yüksek İrtifa Hava Savunma füze sistemi THAAD (Terminal High Altitude Defense) ve Patriot PAC-3 (Patriot Advanced Capability) ve ABD Aegis füze savunma gemi ve kıyı platformlarına (U.S. Aegis Missile Defense Ships and Aegis Ashore platforms) bağlanacaktır. Sistemin komuta ve kontrolü sadece ABD'ye aittir.

Türkiye'ye yerleştirilmek istenen Patriot ve THAAD füze bataryalarının dışında ABD, Akdeniz ve Karadeniz'de Aegis sistemiyle donanmış füze kruvazörlerini dolaştırmak istemektedir. Nitekim, şimdiden İsrail'e AN/TPY-2 radarları yerleştirilmiştir.


Füzelerin özellikleri

Patriot Füzeleri

ABD Patriot PAC-3 (Patriot Advanced Capability) Füzeleri, menzil 15-45 km, hız 5 Mach, uçak ve füzelere karşı kullanılır.

Patriot PAC-3 Özellikleri

Tip: Tek-kademe

Boyu: 5.2 m

Çapı: 25 cm

Maksimum Hız: Mach 5

Maksimum irtifa: 10-15 km

Maksimum menzil : Uçaklara karşı: 15 km

Maksimum menzil: Füzelere karşı: 15-45 km


THAAD Füzeleri

ABD THAAD (Terminal High Altitude Area Defense) füzesi, menzil 200 km, uçuş tavanı 150 km, Hız 2,8 km/s olup, orta menzilli balistik füzelere karşı kullanılır.

THAAD Füzesi Özellikleri

Tip: Tek-kademe

Boyu: 6,17 m

Çapı: 0,34 m

Maksimum Hız: 2,8 km/s

Maksimum irtifa: 150 km

Maksimum menzil: Füzelere karşı: >200 km


AEGIS Füzeleri

Aegis gemilerinde veya platformlarında kullanılan SM-3 (RIM-161) füzesavar füzeleri; uçak, gemi, balistik ve seyir füzelerine ve alçak yörünge (250 km) uydularına karşı kullanılmaktadır.

RIM-161, SM-3 Özellikleri

Tip: Aegis Balistik Füze Savunma Sistemi

Boyu: 6,55 m

Çapı: 0,34 m

Maksimum Hız: 9600 km/h

Maksimum irtifa: >160 km

Maksimum menzil: Füzelere karşı: >500 km


Bu "Füze Kalkanı" konusu 2006 yılından beri ABD'nin isteğiyle bir yanıp, Rusya'nın direnciyle bir sönen projeyle, Bush yönetimince Polonya ve Çek Cumhuriyeti'nde kurulacaktı. Ancak, Rusya buna direnmiş, bu maksatla Avrupa Konvansiyonel Kuvvetler Anlaşması (AKKA)'dan bile çekilmiş, hatta yıllardır unutulan Kuzey Denizi'nde uzun menzilli keşif uçaklarını kullanmaya başlamış, NATO'yu tedirgin etmişti.

Türkiye, kendi millî ihtiyaçlarına göre bir yüksek irtifa hava savunma sistemi kurmak çabasındayken, 2008 Bükreş zirvesinde kararlaştırılan Füze Kalkanı kurulması konusu, 14 Ekim 2010 tarihinde Brüksel'de gerçekleşen NATO Dışişleri ve Savunma Bankaları Toplantısında, Avrupa'yı bir nükleer başlıklı kıtalararası balistik füzeye karşı koruyabilecek "Füze Kalkanı" inşası yeniden gündeme geldi.

ABD-NATO tarafından Türkiye'ye yerleştirilmek istenen füze kalkanının "İran'a karşı" olduğu yüksek sesle dillendirilmesine rağmen, NATO dokümanlarında ne İran, ne Suriye, hatta ne de Rusya "tehdit" olarak yer almaktadır.

Basına yansıdığı kadarıyla, 27.Ekim.2010 günü toplanan MGK'nda kabul edilen yeni Millî Güvenlik Siyaset Belgesi'nde (MGSB) Rusya, İran, Irak ve Yunanistan Türkiye için dış tehdit kapsamından çıkarılmıştır.

Türkiye - İran sınırı 1639 Kasr-ı Şirin anlaşmasından beri hiç değişmemiş olan yegâne sınırdır. Diğer bir deyişle bugün İran'dan Türkiye sınırına bir tehdit yoktur. Ayrıca İran, PKK'nın kolu olan PEJAK'ı vurmakta, TSK ile koordineli ortak harekât yapmaktadır. Geçmişte İran'ın Türkiye'ye rejim ihraç etmek istediği iddia edilmişse de bugün buna gerek yoktur, zira Türkiye zaten "lâiklik karşıtı eylemleri odağı" olmaktan hüküm giymiş bir parti tarafından yönetilmektedir. Yani İran, Türkiye için başka ülkelerle kıyaslandığında dış tehdit sıralamasının en altında yer alabilecek durumdadır.

İran'ın kendi geliştirdiği Şahap-3 (Göktaşı-3) balistik füzelerinin menzili 2000 km, hızı 4900-5100 km/s cıvarında olup, bazı Balkan ve doğu Avrupa ülkeleri menzil içinde kalmaktadır. Buna karşın, İran ile hiçbir Avrupa ülkesi arasında, İngiltere hariç, bir husumet yoktur. Özellikle Almanya ve Fransa'nın İran'da önemli yatırımları vardır.

Bu durumda İran nükleer silah üretse bile, Avrupa ülkeleri için de dış tehdit olmaktan uzaktır. Çünkü İran'ın tehdit algılamasında en başta iki ülke bulunmaktadır; ABD ve İsrail. İranlı strateji uzmanı Mohsen Rezaee'nin 18.Haziran.2010 tarihli "Gelecek Onyılda İran'ın Ulusal Güvenlik Stratejisi" isimli makalesinde belirttiği üzere:

İran'ın sahip olduğu ulusal üstünlüklerin yanısıra şu kırılganlıkları vardır:

- Suudi Arabistan, Türkiye ve Pakistan ile yaşanan rekabet,
- İran'ın millî sınırları içine sıkıştırılması veya Tahran'ın Amerikan emirlerini ve hegemonyasını kabule zorlanmasıdır. İran'a yönelik bu tehdit daha net ifade edilirse;

1- Sömürgeleştirme: ABD'nin bu tavrı bölgesel güvensizliğin ana kaynağı olup Irak, Afganistan işgali ve Lübnan'a saldırılar ile Irak'tan İran'a yönelik saldırılar, Taliban'ın beslenmesi ve İran'daki Halkın Mücahitleri Örgütüne destek,

2- Siyonizm: İsrail'in siyonizm tehdidi Filistin'den Suriye, Lübnan ve Mısır'a doğrudan ve diğer bölge ülkelerine dolaylı yoldan güvensizlik taşımaktadır.

Gerçekten de bugün İran, Gürcistan'dan Afganistan'a kadar uzanan bir dizi Amerikan askerî üssüyle kuşatılmış durumdadır. Amerikan ambargoları İran'ı ekonomik açıdan zorlamaktadır. Ayrıca İran'a karşı çeşitli askerî müdahale planları havalarda uçuşmaktadır. İtalyan strateji uzmanlarının senaryolarına göre;

İsrail'den İran'ın nükleer tesislerine karşı yapılacak hava saldırıları değişik seçenekleri içermektedir:
Birincisi, İncirlik üssünde ikmal yaptıktan sonra Türk hava sahasından, ikincisi Ürdün-Irak hava sahasından ve üçüncüsü ise Suudi Arabistan hava sahasını kullanmayı öngörmektedir. Ayrıca İran hedeflerine karşı İsrail balistik füze saldırısı öngörülmektedir.


Resim Resim


İsrail'in bu amaçla kullanabileceği Jericho sınıfı kendi yapımı balistik füzeleri bulunmaktadır. Özellikle Jericho-3 balistik füzesi 7900 km menzili ile Avrupa'nın tamamını hedef alabildiği gibi, nükleer, biyolojik ve kimyasal başlıklar taşıyabilmektedir.


İsrail'in 1960'lı yıllardan beri ABD yardımıyla nükleer silah ürettiği ve halen elinde, çeşitli güçlerde ve tiplerde atom bombaları (1999'da 60-80) olduğu kesin olarak bilinmektedir.

Türkiye ve Avrupa'nın tamamı, İsrail'in balistik füze menzili içinde ve nükleer tehdidi içindedir. İran ile kıyaslandığında ise;

İsrail PKK'ya silah, eğitim, ikmal ve her türlü desteği vermektedir. İsrail, Mavi Marmara gemisine saldırıp 8 Türk, 1 Türk kökenli ABD vatandaşını öldürmüştür. Aynı İsrail Mavi Marmara olayından sonra Yunanistan ile (16-17).08.2010'da

Netanyahu'nun ziyareti sırasında Türkiye aleyhine stratejik ve askerî işbirliği anlaşması yapmış olup, Akdeniz ve Ege'de ortak askerî tatbikatlar yapmaktadırlar.

Bu durumda, eğer bir devletin nükleer silahlara ve uzun menzilli balistik füzelere sahip olması, menzil içindeki ülkeler açısından bir TEHDİT ise en başta Türkiye ve pek çok Avrupa ülkesi İsrail'i dış tehdit olarak algılamalıdır.

İran nükleer silah üretse bile, balistik füzelerinin menzili Avrupa'nın sadece yakın ülkelerini kapsayacak kadardır. O zaman ortaya iki olasılık çıkmaktadır:

(i)- Ya bu sistem halâ Rusya'ya karşı, ya da çift maksatlı (yani hem Rusya'ya, hem de olası bir İran saldırısına karşı) düşünülmektedir,

(ii)- veya, büyük bir ihtimalle İsrail'i olası İran nükleer başlıklı füzelerinden korumak içindir.

Şeklinde bir çıkarsama yapılabilir.

Ancak, son Millî Güvenlik Siyaset Belgesi'ne göre İran dış tehdit kapsamından çıkartıldığına göre ABD-NATO tarafından Türkiye'ye yerleştirilmek istenen füze kalkanındaki THAAD ve Patriot PAC-3 füzelerinin İran'dan Türkiye'ye atılacağı iddia edilen balistik füzelere karşı olamaz. Eğer bu füze kalkanı İran'dan İsrail'e atılacak balistik füzelere karşı düşünülüyorsa, THAAD'ın 200 ve Patriot PAC-3'ün 45 kilometrelik menzilleri, İran'dan Avrupa'ya veya İsrail'e atılacağı varsayılan 2000 km menzilli Şahap-3 füzelerine karşı etkin olamayacak kadar kısadır. Zaten bu füzeler, saldırgan balistik füzelerin tekrar atmosfere girdiği "alçalma evresinde" füzenin hedefe yaklaştığı sırada etkindir. Bu nedenle, THAAD ve Patriot PAC-3 füze kalkanları özellikle İsrail gibi hedef ülkelere kurulmalıdır.

ABD-NATO Füze Kalkanının Asıl Hedefi

Türkiye kurmayı düşündüğü 8 adet kendi millî yüksek irtifa füze kalkanı bataryalarının 2 tanesini Ankara ve İstanbul'a diğerlerini ise tehdidin değişmesine bağlı olarak seyyar konuşlandıracaktır.

Halbuki, ABD-NATO bataryalarının nerelere yerleştirileceği henüz açıklanmamış olmakla beraber, İran tehdidi bahanesiyle sadece Güneydoğu ve Doğu Anadolu bölgelerine konuşlandırılacağı yönünde bilgiler dolaşmaktadır. Yani, Yunanistan-Ermenistan ve yine Yunanistan-İsrail arasında stratejik ve askerî işbirliği anlaşmaları imzalanmışken, Yunanistan'ın Türkiye sınırına AB sınır birlikleri yerleştirilirken, Yunanistan karasularını 12 mile çıkarmaktan vazgeçmemişken, kimse ABD-NATO füze kalkanının tehdit algılanan bu sınırlara yerleştirilmesin bahsetmemektedir.

Bu füze kalkanının Türkiye'ye yerleştirilmesi;

(i)- Türkiye ve İran arasında husumete yolaçacaktır.

(ii)- Güneydoğu ve Doğu bölgelerimize NATO şemsiyesi altında ABD askerlerinin yerleşmesini sağlayacaktır.

(iii)- Komuta ve kontrolü tamamen ABD elinde olacağı için, kime karşı, ne zaman kullanılacağı Türkiye'nin bilgi ve yetkisi dışında olduğundan Türkiye için büyük bir tehdit oluşturacaktır.

Bu durumda İran'dan gelmeyen bir tehdide teknik olarak karşı koyma imkânı olmayan ama ısrarla Güneydoğu Anadolu bölgemize yerleştirilmek istenen ABD-NATO füze kalkanı, bu durumda kime karşı kullanılacaktır?

Bu soruyu cevaplamadan önce Haziran 2011 seçimleri sonrasına kadarki dönemde gerçekleşebilecek muhtemel gelişmeleri hatırlayalım:

Yeni MGSB'ne göre Rusya, İran, Irak ve Yunanistan dış tehdit kapsamından çıkarıldığına göre, TSK'nin yeniden yapılandırılmasıyla mevcudu 300.000'e indirilecek, sınır birlikleriyle ilgili yasa çıkartılıp, İçişleri Bakanlığı'na bağlı olarak kurulacak "Sınır Birlikleri", TSK'nin öncelikle Irak sınırından geri çekilmesiyle boşaltılacak Irak sınırına yerleştirilecek, Jandarma teşkilatı, TSK'den kopartılıp, İçişleri Bakanlığına bağlanacak, görev alanı ve yetkileri budanacak,

Eğer AKP, Haziran 2011 seçimlerini istediği çoğunlukla kazanırsa, Anayasanın ilk üç maddesini değiştirip, Türkiye'yi federal yapıya geçirecek, anayasaya PKK'nın isteği doğrultusunda "Kürt Halkı" ibaresi sokulacak,

Özal'ın Cumhurbaşkanı olduğu 1991 yılında 3723 sayılı ve 12.04.1991 tarihli yasa ile TBMM tarafından onaylanan Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı anayasal güvenceye bağlanacak ve ayrılıkçı Kürt hareketinin isteği doğrultusunda (ABD+AKP+BDP+PKK+Barzani) işbirliğiyle, 15 Kasım 2010 tarihinde Paris'te Talabani ile görüşen CHP Talabani'nin isteği doğrultusunda hareket ederse AKP'nin Kürt açılımına CHP'nin vereceği destekle, Güneydoğu ve Doğu bölgesine "Özerklik" verilecek,

Irak'taki ve yurtiçindeki PKK militanlarına af getirilerek, yurda girişleri ve BDP'li belediyelerde istihdam edilerek, özerk bölgenin milis kuvveti oluşturulacak,
Ayrılıkçı Kürt Hareketi BM'e başvurup, İkiz Sözleşmeler'in birinci maddesine göre, Türkiye'den ayrılıp, Kuzey Irak'taki Barzani ile birleşmek üzere "Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı" için plebisit isteyecekler,

ABD'nin Irak'tan çekeceği 50.000 kişilik muharip birlikleri ağır silahlarıyla birlikte İskenderun ve Mersin limanlarından gitmek üzere Zaho'dan Türkiye'ye girmeye başlayacaklar, 18 ay sürecek çekilme sırasında Güneydoğu Anadolu bölgemizde karakollar kuracaklar, yani bölgeyi fiilen işgâl ederek, ayrılıkçı hareketlere askerî koruma sağlayacaklar,

Ülkemizin işgali ve bölünmesine karşı, Türk halkı ve Ordusu, vatanın bölünmez bütünlüğünü korumak üzere harekete geçecekler,

Bölgede, bugüne kadar provaları yapılmış olan "Kalkışma" başlatılacak ve buna ABD destekli Barzani fiilen katılacaktır.

Türk Ordusu Barzani'ye ve ayrılıkçı harekete ve onlara koruma sağlamak için çekilme bahanesiyle bölgeye yerleşen Amerikan kuvvetlerine müdahale ettiğinde,

Acaba, Türk Hava Kuvvetleri karşısında, İran'a karşı yerleştirildiği iddia edilen ABD-NATO füze kalkanının THAAD ve Patriot füzelerini mi bulacaktır?

ABD-NATO füze kalkanı konusunda, bütün Türk Halkı, başta CHP olmak üzere tüm yurtsever partiler bu melaneti doğru görmeli ve bu projeye engel olmak için tüm güçlerini birleştirip seferber etmelidir.
HALUK DURAL / Ulusal Strateji Merkezi - USMER İstanbul Başkanı

AKP Bir Dejavudur! / Sinan MEYDAN

"Başbakanı, İçişleri Bakanını ve Diğerlerini 91 Yıl Önce de Görmüştük!"

24 Kasım 2010 tarihinde gazetelerde ve televizyonlarda şöyle bir haber gördük:

“Son YAŞ toplantısında terfi ettirilmeyen ve Askeri Yüksek İdari Mahkemesi'ne (AYİM) başvurarak yürütmeyi durdurma kararı aldıran Jandarma Tümgeneral Halil Helvacıoğlu, Tümgeneral Gürbüz Kaya ve Tuğamiral Abdullah Gavremoğlu Hükümet tarafından görevden alındı.

İçişleri Bakanı Beşir Atalay Cumhuriyet tarihi boyunca bir ilke imza atarak, yetkisini kullanıp, Balyoz'da ve fişleme olaylarında adı geçen Jandarma Tümgeneral Halil Helvacıoğlu'nu görevden aldı.

Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül ise Tümgeneral Gürbüz Kaya ve Tuğamiral Abdullah Gavremoğlu'nun görevlerinden alındığını açıkladı.”


Menderes de Komutanları Görevden Almıştı

29 Ekim 1923’te Cumhuriyetin ilan edilmesinden 88 yıl sonra “ikinci kez”, generaller hükümet tarafından (İçişleri Bakanınca) görevden alındı. Basında iddia edildiği gibi bu olay, Cumhuriyet tarihinde bir “ilk” değildi. İlk olay, Adnan Menderes döneminde yaşanmıştı.

Demokrat Parti'nin iktidara gelmesinden sonra, darbe yapma hazırlığı içinde oldukları iddia edilen, 16 general ve 150 albayın orduyla ilişkileri kesilmişti. Dönemin Başbakanı Adnan Menderes, bir albay aracılığıyla kendisine ulaşan “darbe hazırlıkları” yönündeki bilgi sonrasında Cumhurbaşkanı Celal Bayar'ı da ikna ederek 16 general ve 150 albayı emekliye sevk etmişti. Menderes tarafından emekliye sevk edilenler arasında Genelkurmay Başkanı Abdurrahman Nafiz Gürman ile Genelkurmay İkinci Başkanı, Deniz ve Hava Kuvvetleri komutanları ile üç ordu komutanı vardı.

91 Yıl Önce, O da Hükümet Tarafından Görevden Alınmıştı

Yakın tarihimizde, hükümet tarafından generallerin görevden alınmasına yönelik son karar (Son olayı ve Menderes’in görevden almalarını saymazsak) günümüzden 91 yıl önce alınmıştı. Kaderin garip cilvesine bakın ki, 91 yıl önce (1919’da) dönemin Hükümeti ve İçişleri Bakanı tarafından görevden alınan o generaller arasında, 4 yıl sonra Cumhuriyeti kuracak olan Mustafa Kemal de vardı.

En başından alalım…

Orduyu Etkisizleştirmek İsteyen Bir Hükümet

alt30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması’nın “ordular dağıtılacak”, “silahlara el konulacak” maddesi gereği harekete geçen İtilaf devletleri, İstanbul Hükümeti’ni ve Padişah Vahdettin’i de kontrol altına alarak, Osmanlı ordusunun başarılı generallerini “sudan bahanelerle” görevden aldırıp tutuklamaya başlamışlardır. Irak Cephesi Komutanlarından Ali İhsan Paşa ve Kafkas Cephesi Komutanlarından Yakup Şevki Paşa, İngilizlerce tutuklanarak Malta’ya sürgün edilmiştir. Sonraki dönemde de Osmanlı Genelkurmay’ında “İtilaf devletlerine güçlük çıkaracak” ne kadar “gözü pek” general varsa hepsi görevinden alınmış veya tutuklanmıştır. Fevzi Paşa, İsmet Paşa, Cemal Paşa, Cevat Paşa görevden alınan komutanlardan bazılarıdır.

Padişah Vahdettin, Mondros Ateşkes Antlaşması’ndan hemen sonra, 5 Kasım 1918’de, “İngilizleri memnun etme politikası gereği” ordunun onda dokuzunun terhis edilerek erlerin memleketlerine gönderilmesine ilişkin kararnameyi, hiç itiraz etmeden, imzalamıştır.

Padişah Vahdettin ve Damat Ferit Hükümeti, Osmanlı ordusundaki, Fevzi Paşa, Cevat Paşa, Cemal Paşa gibi “ulusalcı generalleri”, işbirlikçi Süleyman Şefik Paşa aracılığıyla tasfiye etmiştir. Damat Ferit, Kuvâ-yı Mıllîye'ye karşı istenilen şekilde hareket etmediğine kanaat getirdiği Harbiye Nazırı Nazım Paşa’yı görevinden alarak, 13 Ağustos 1919'da bu göreve, “Kuvâ-yı Millîye'nin hakkından ben gelirim.” diyen emekli Ferik Süleyman Şefik Paşayı getirmiştir. 14 Ağustos 1919 tarihinde Harbiye Nezareti makamına oturan Süleyman Şefik Paşa, Vahdettin’in Kuvayı Milliye’yi “ezmek” için kurduğu Kuvayı İnzibatiye (Halifelik Ordusu)’nin başına geçmekle kalmamış, Türk ordusunun kalbur üstü birçok kumandanını topyekûn görevden almıştır. Bununla da yetinmeyerek, kolordu kumandanlarının "Kolordu ahz-ı asker" başkanlıkları ile şifreli muhaberede bulunmalarını yasaklamıştır. Fakat kolordu kumandanları bu emri dinlemediği gibi, 28 Ağustos'ta azledilen 20. Kolordu Kumandanı Ali Fuat Paşa’nın yerine tayin edilen Mirliva Ahmet Hulusi Paşa’ya baskı yaparak bu görevi kabul etmesini engellemişlerdir.

Damat Ferit, İstanbul'daki İngiliz Yüksek Komiser Vekili Amiral Webb'e aralarında Ahmet İzzet, Mustafa Kemal, Kazım Karabekir ve Ali Fuat Paşaların da bulunduğu gizli bir liste vererek; "siyasî düşmanlarım" diye nitelediği bu kişilerin tutuklanarak Malta'ya sürgün edilmelerini istemiştir. Yani bir başbakan, en güzide komutanları “siyasi düşmanları” olarak adlandırabilmiştir. Damat Ferit, bununla da yetinmeyerek, 24 Ağustos 1920 tarihinde çıkarmış olduğu “Tashih-i Rüteb-i Askeriyye Kararnamesi”ne dayanarak, 30 Ağustos 1920'de Müşir Ahmet İzzet, Ali Rıza ve Salih Paşaların rütbelerini ferikliğe indirmiştir. Ancak, daha sonra, Tevfik Paşa’nın son sadareti sırasında, 30 Ekim 1920 tarihli irade üzerine, 22 Kasım 1920'de bu üç güzide askerin rütbeleri yeniden iade edilmiştir.

Damat Ferit Hükümeti, orduyu o kadar yıpratmıştır, ki İngilizler ellerini kollarını sallayarak Türk generalleri etkisiz hale getirmişlerdir. İngiliz Karadeniz Orduları Komutanı General Milne, 17 Şubat 1919 tarihinde İngiliz Hükümeti’nde gönderdiği bir raporda “9. Ordu Komutanı Yakup Şevki’yi attırdım, yardımcısı Ali Rıfat Bey’i yakalattım. Batum Tümen Komutanı Mürsel Bey’i tutuklattım…” diye övünmüştür.

Vahdettin’in Şeyhülislamı Mustafa Sabri Efendi, ordunun tasfiye edildiği o günlerde, üstelik İzmir’in işgalinden 15 gün sonra, “ORDUNUN GÖREVİ ORUÇ TUTMAKTIR!” diye bir açıklama yapmıştır.

Şeyhülislamın bu açıklamasından üç ay sonra Alemdar gazetesinde çıkan bir yazıda: “ORDUNUN BEŞ VAKİT NAMAZDA PADİŞAH’A DUADAN GAYRI BİRŞEY BİLMEMESİ LAZIMDIR” denilmiştir.

İstanbul Müftüsü Dürrizade de, 11 Nisan 1920’de yayınladığı bir fetvada: “ULUSALCI PAŞALARIN ÖLDÜRÜLMELERİNİN DİNEN CAİZ OLDUĞUNU” ve “KUVAYI MİLLİYE’YE KARŞI MÜCADELE EDERKEN ÖLENLERİN ŞEHİT, KALANLARIN GAZİ OLACAĞINI” bildirmiştir.

Milli Güçleri Tasfiye Eden Bir Hükümet

İçişleri Bakanı Ali Kemal, 26 Haziran 1919’da yayınladığı bir genelgeyle, “Valilerin, komutanların verdikleri emirlere uymamasını, bu emirlere uyanların şiddetle cezalandırılacağını” bildirmiştir.

Damat Ferit’in isteğiyle 30 kadar “vatansever” mutasarrıf ve kaymakam azledilmiş ya da istifa etmiş sayılmıştır. Bunların yerine, 54 kadar “işbirlikçi” yeni mutasarrıf ve kaymakam tayin edilmiştir.

Damat Ferit, kendisine muhalif olan çevreleri sindirmek amacıyla teşkil ettirdiği Divân-ı Harplerle, eski İttihad ve Terakki kabinelerinde görev almış birçok devlet adamını mahkemeye sevk etmiştir.

Damat Ferit Hükümeti, ayrıca Anadolu’ya Tahkik Heyetleri göndermiştir. Heyetlerin amacı, “taşrada huzur ve asayişi bozabilecek bazı ahval ve hadisat ve muamelatın meydana gelmekte olması sebebiyle, soruşturmalarda bulunup rapor vermek ve acil işleri telgrafla bildirmekti”. Bunun anlamı açıktı: Genellikle merkeze itaatkar olan mülkiye teşkilatına karşılık, “askerî teşkilatta” merkeze karşı bir baş kaldırma durumu vardı ve bu gibi şahıslar hizaya getirilecekti! Fakat Amasya Genelgesi yayınlandıktan ve Erzurum Kongresi toplandıktan sonra, bu gibi kararları uygulamaya koymak hiç de kolay değildi. Nitekim kabine üyelerinden bazıları, örneğin Ahmet İzzet Paşa, bu heyetlerde görev almayı reddetmişlerdir.

Damat Ferit Hükümeti’nin çarpıcı icraatlarından biri de, Anadolu’ya İngiliz kontrol subaylarının atanmasını kabul etmesidir. Milli mücadele yıllarında nerdeyse bütün Anadolu şehirlerinden bir İngiliz Kontrol Subayı vardır.

Mustafa Kemal Paşa’yı Yok Etmek İsten Bir Hükümet

İstanbul Hükümeti ve Padişah Vahdetin, “İngilizlere yaranma politikası” gereği bu alçakça girişimlerde bulunurken, Anadolu’da “kelle koltukta” vatan ve hürriyet mücadelesi ve Mustafa Kemal Paşa çok büyük sıkıntılar çekmiştir.

İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Calthrope’un, 21 Nisan 1919 tarihinde Harbiye Nazırlığı’na verdiği, “Anadolu’daki karışıkların derhal önlenmesi, Türklerin elindeki silahların toplanması, direniş düşüncesinin etkisizleştirilmesi” biçiminde isteklerin yer aldığı nota üzerine 9. Ordu Müfettişi (sonra 3.Ordu) olarak Samsun’a gönderilen Mustafa Kemal Paşa, Anadolu’ya ayak basar basmaz, Havza ve Amasya Genelgelerini yayınlamış ve kendisine verilen görevinin tam tersine, açıkça “halkı direnişe çağırmıştır”.

Mustafa Kemal, Anadolu’ya çıkıp kafasındaki “kurtuluş planını” uygulamaya koyar koymaz, İngilizler, İstanbul Hükümeti Başbakanı Damat Ferit ve Padişah Vahdettin’den Mustafa Kemal’i derhal İstanbul’a geri çağırmalarını istemişlerdir. Bu doğrultuda hemen harekete geçen Damat Ferit ve Padişah Vahdettin, birkaç defa Mustafa Kemal’i İstanbul’a geri çağırmışlar, ancak Mustafa Kemal, bütün bu çağrılara olumsuz cevap vererek, “Sine-i millette bir ferdi mücahit gibi” mücadelesini sürdüreceğini bildirerek istifa etmiştir. (7/8 Temmuz 1919). Bunun üzerine Padişah Vahdettin, Mustafa Kemal Paşa’nın müfettişlik görevine son vermiştir. (8 Temmuz 1919).

Hükümet, 23 Haziran 1919 tarihli kararı ile, “çağrıldığı halde gelmediği” ve "halkı hükümete karşı tahrike teşebbüs ettiği" gerekçesiyle, Mustafa Kemal Paşa’yı azlederek yerine Bahriye Nazırı Hurşit Paşa’nın tayin edilmesine ve Mustafa Kemal Paşa’nın bundan sonra yapacağı “tebligat ve iş'arların resmî sıfatının kalmadığını” ilgili vilayetlere bildirilmesine karar vermiştir.

İçişleri Bakanı Ali Kemal Bey, Sivas’a gönderdiği 29 Haziran 1919 tarihli şifre telgrafla, Mustafa Kemal Paşa’nın "suret-i kat'iyyede" azledilmiş olduğunun (görevden alındığının) bilinmesini tebliğ etmiştir. 9 Temmuz 1919'da gönderdiği bir başka telgrafla da, “Samsun'a çıkarılan İngiliz işgal kuvvetleri için mümessiller nezdinde gerekli teşebbüsatın yapıldığını, bunun İngilizlerce bir işgal olarak kabul edilmemesi gerektiği cevabı alındığını” belirterek, “azledilmiş olan Mustafa Kemal Paşa’nın hareket ve tertiplerine iştirak ve muvafakat edilmemesini, Harbiye Nezareti’nce de kumandanlara bu yolda talimat verilmiş olduğunu” bildirmiştir. Aynı şekilde, 9 Temmuz 1919 tarihinde Diyarbekir vilayetine çekilen şifre telgrafla Mustafa Kemal Paşa’nın “azledilmiş” ve harekatının “merdud”, verdiği “emirlerin reddi” gerektiği vurgulanarak, “Erzurum Kongresi'nden maksadın ne olduğuna dair, acele bilgi verilmesi” istenmiştir.

Gelişmelerden son derece endişeye düşmüş olduğu anlaşılan Damat Ferit Hükümeti, "Müdafaa-i Millîye ve Redd-i İlhak Cemiyetleri”nin çalışmalarına asla yardımcı olunmayacağını ilan etmiştir. Mustafa Kemal Paşa kastedilerek, “bazı ordu müfettişlerine verilen yetkilerin, memleketin selamet ve asayişinin sağlanmasına ait tedbirleri almak olduğu” hatırlatılarak, direniş gösteren komutanlara karşı mülkî ve askerî kuvvetlerin birleşmesi gerektiği belirtilmiştir.

İç işleri Bakanlığı, 17 Temmuz'da Van ve 21 Temmuz'da da Bitlis, Hüdavendigar, Ankara ve Sivas vilayetleriyle Karasi Mutasarrıflığına gönderdiği şifre talimatlarla “lazım gelenlerin ikaz edilmesini ve etkili tedbirlerin alınmasını” istemiştir.

Damat Ferit Hükümeti, İçişleri Bakanı Adil imzasıyla 29 ve 30 Temmuz 1919 tarihiyle hemen tüm vilayet ve mutasarrıflıklara gönderdiği şifre telgrafla, Mustafa Kemal Paşa ile Rauf Bey’in yakalanarak derhal İstanbul'a gönderilmelerini istemiştir.

İstanbul Hükümeti ve Padişah Vahdettin’in bilgisi ve isteği dahilinde İstanbul Müftüsü Dürrizade Abdullah Efendi’nin yayınladığı bir fetva ile, Mustafa Kemal ve silah arkadaşlarının (Karabekir hariç) idam edilmelerinin “dinen caiz” olduğu bildirilmiştir. Bu “hıyanet fetvaları” Anadolu’ya İngiliz uçaklarınca atılmıştır. (11 Nisan 1920).

İstanbul Hükümeti ve Padişah Vahdettin’in bilgisi dahilinde toplanan Divanı Harp (Kürt Mustafa Divanı) Mustafa Kemal ve silah arkadaşlarını (Karabekir hariç) gıyaben idama mahkum etmiştir. (11 Mayıs 1920).

Ayrıca Mustafa Kemal Paşa’nın nişanları, madalyaları ve fahri yaverlik rütbesi elinden alınmıştır.

Dejavu

30 Ekim 1918’de Mondros Ateşkes Antlaşması’nın imzalanmasından sonra Anadolu’da yaşanlar “dejavu” misali bugünün Türkiye’sinde yaşananlara benzemektedir.

Şöyle ki:


O günkü Hükümet, Türkiye’deki “milli güçlerden” rahatsız olarak bu güçleri tasfiye ederken, örneğin Anadolu’daki yerel yöneticilerin “milli” olanlarını “gayri milli” olanlarla değiştirirken; bugünkü Hükümet de “ulusalcı güçlerden” rahatsız olarak, bu güçleri tasfiye etmekte ve bu doğrultuda kadrolaşmaktadır.

O günkü Hükümet, “ulusalcı güçleri” tasfiye etme sürecinde İngilizlerden destek ve yardım görürken; bugünkü Hükümet de “ulusalcı güçleri tasfiye ederken” ABD’den ve AB’den destek ve yardım görmektedir.

O günkü Hükümet, yargıyı kontrol altına alarak “göstermelik yargılamalarla” bütün “vatansever” güçleri asker-sivil “suçlu” diye damgalayarak Bekirağa zindanlarına ve Malta Adası’na tıkarken, bugünkü Hükümet de yargıyı ele geçirerek, “bütün ulusalcı güçleri” asker-sivil “suçlu” diye damgalayarak Silivri’ye tıkmaktadır.

O günkü Hükümet, İngiliz kışkırtması ve baskısıyla Anadolu’da bir Kürt ve Ermeni devleti kurulmasına onay verirken, bugünkü Hükümet de ABD kışkırtması ve baskısı altında, Anadolu’da bir Kürt devleti kurulması çalışmalarına seyirci kalmaktadır.

O günkü Hükümet, Anadolu’da İngiliz “kontrol subayları” bulundurmasına izin verirken, bugünkü Hükümet de Anadolu’da “ABD gözlemcileri” bulunmasına, Türkiye’ye füze kalkanı konulmasına izin vermektedir.

O gün, “işbirlikçi”, “milli harekete karşı”, Hükümetin kontrolünde bir Mütareke basını varken; bugün yine “işbirlikçi”, “ulusal yapıya karşı”, Hükümetin kontrolünde bir Yandaş basın vardır.

O günkü Hükümet, “milli güçleri” etkisiz kılmak için “dinden” yararlanırken, bugünkü Hükümet de “ulusal güçleri” tasfiye ederken “dinden” yararlanmaktadır.

Ve

O günkü Hükümet, İngiltere’nin baskısı ve isteğiyle “orduyu tasfiye” ederken; bugünkü Hükümet de ABD baskısı ve isteğiyle “orduyu tasfiye” etmektedir.

Tarih Çarkı:

23 Haziran 1919:
Damat Ferit Paşa Hükümeti’nin İçişleri Bakanı Ali Kemal, Mustafa Kemal Paşa görevden alınmıştır!

23 Kasım 2010: Tayyip Erdoğan Hükümeti’nin İçişleri Bakanı Beşir Atalay, Tümgeneral Halil Helvacıoğlu’nu görevden almıştır!

1919 Mütareke basınına göre Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları “suçluydu” ve bu “azil” doğru bir karardı.

2010 Yandaş basınına göre Halil Helvacıoğlu Paşa ve arkadaşları“suçluydu” ve “görevden alınması” doğru bir karardır.

İnsan bu tabloya bakınca “tarih çarkının” dönmeye devam ettiğini ve tarihin gerçekten de tekerrürden (tekrardan) ibaret olduğunu düşünmeden kendini alamıyor doğrusu…

Resim