Anasayfa

Pazartesi, Ocak 31, 2011

Böcekli burgerle solucanlı pizzaya az kaldı

Geleceğin temel protein kaynağı böcekler mi olacak? Hollanda, Wageningen Üniversitesi'nde yapılan deneyde 200 kişi, solucan ve böceklerle hazırlanmış yemekleri tattı. Sonuçlar beklenmedik şekilde olumlu...
AB raporlarına göre 2050 de 9 milyar kişinin protein ihtiyaçlarının karşılanması gerekecek. Alışık olduğumuz kaynaklar bunun için yeterli değil. Yani bu türden görüntülerden irkilmemek için az zamanımız var!
Hollandalı bilim insanları gittikçe kalabalıklaşan dünyada et fiyatlarının yükselmesiyle protein ihtiyacımızı böceklerden karşılamamızın hem çevre hem de vücudumuz için daha sağlıklı olacağını savunuyor. Bu bağlamda Wageningen Üniversitesi’nde düzenlenen bir deneyde, 200 kişilik bir gönüllü grubu, solucan ve çekirgeyle hazırlanmış yemeklerden tattı.

Araştırmayı yöneten Arnold van Huis, “Gelecekte bir Big Mac’in fiyatı 120 euro’yu (yaklaşık 255 TL) bulurken bir Bug Mac’ın (Böcekli hamburger) fiyatı 12 euro (yaklaşık 25.5 TL) olacak” diyor. Van Huis’in neden böcek yemeye başlamak zorunda kalacağımızı anlattığı öğrenciler pek ikna olmuşa benzemiyor. Seminer sonrası öğrencilerin denemesi için açılan büfenin şefi Henk van Gurp, bu lezzetli yemekler arasında çekirgeli sigara böreği, buffalo kurtlu-çikolatalı kek ve Fransız mutfağının nadide tatlarından kiş loren (quiche lorraine) olduğunu açıklıyor. Fakat bu tuzlu tart türünün içinde et değil solucan var.
Sorun, pis olduklarını düşünmek Öğrencilerin büfedeki farklı tatları tüketmeleri fazla vakit almıyor. Araştırmacılar sonuçlardan çok memnun. Deneklerden Walinka van Tol, kurtlu ve çikolatalı keki tatmadan önce tedirgin olduğunu, yedikten sonraysa lezzetli bulduğunu söylüyor. Buna rağmen üniversitenin entomoloji (böcek bilimi) uzmanı Marcel Dicke, Batılı toplumların böcek yemekle ilgili endişelerinin kurtçukları çikolata içinde saklamakla giderilemeyeceğini söylüyor: “Problem insanların çekirge, solucan veya akrep gibi böceklerin pis olduğuna kanaat getirmelerinden kaynaklanıyor. Bu bakış açısını Fear Factor gibi programlarda görüyoruz.”

Dicke, AB raporlarına gönderme yaparak, 2050’de 9 milyar kişinin protein ihtiyaçlarının karşılanması gerekeceğini hatırlatıyor. “Bu koşullar altında da, ya daha az et yemek ya da farklı bir protein kaynağını değerlendirmek zorunda kalacağız” diyor.

Cuma, Ocak 28, 2011

'Ne Ölüm, Ne Sıtma'! Bayram Gerek Bize! / Banu AVAR

'Ne Ölüm, Ne Sıtma' Dimdik Bir Mücadele..!

Uygulanan operasyon, uzun zamandır ‘Ölümü gösterip sıtmaya razı etme’ operasyonudur.

Bu her alanda uygulamadadır.

Neden birilerine ‘ölüm ve sıtma’ bu kadar kabul edilebilir, ‘DİK DURUŞ’ bu kadar ‘fantazi’ geliyor? Esas olan dik durmak oysa… Kambur duran atipik!

Yapılan operasyon, mankurtlaşmış beyinler tersini algılıyor! Sıtma ve ölüm normal , onlara direnmek olanaksız!

Devşirme eğitimi bu algıyı emrediyor!

***
Osmanlı’nın çöküşünden beri, ‘yedi düvel’ aynı oyunu uygulamıştır…

‘Koca devlet çöküyor… Hasta adam… Tüyleri yolunacak Hindi (Turkey)…’

‘Çaresiz’ hisseden aydınların hissiyatı:

Ölüm: Yokolmak!

Sıtma: Yedi düvele kucak açmak!

Çözüm: ‘Amerikan mandası, İngiliz idaresi!’

Yıl 1922..

***
Yıllar sonra…

Türkiye Cumhuriyeti Devleti 70 yıldır kıskaçta…

‘Çaresiz aydınlara’ ‘Umut-suzluk’ operasyonu had”safhada…

Amerikan bağımlılığı : Ölüm!

Avrupa Birliği: Sıtma!

‘Demokrasi projesi’ uygulamada…

Çözüm: ‘Federasyon ol! Kendini parçala!’

***
Avrupa ve Amerika ‘Yeni bir Anayasa’ istiyor.

Siyasi partiler içindeki milli unsurlar tasfiye ediliyor.

‘Başkanlık sistemi’yle sadece iki parti yaşayacak..

Ölüm: AKP,

Sıtma: CHP olacak.


Tek Çözüm: Sandık olacak.

Referandum /plebisitlerle ülke bölünecek, millet sandığa gidecek, oy verecek, evine gelip televizyon izleyecek…İstenen bu!

Perşembe, Ocak 27, 2011

ZEITGEIST: MOVING FORWARD | OFFICIAL RELEASE | 2011


Samanyolu Televizyonu'ndan Linç Çağrısı


STV, Türkiye Gençlik Birliği'nin yapacağı eylem için kışkırtıcı yayına geçti.
Samanyolu televizyonu Erzurum'da vatansever gençler için linç çağrısı yaptı. STV, Türkiye Gençlik Birliği'nin yapacağı eylem için kışkırtıcı yayına geçti.

Tayyip Erdoğan, yazarlarla, sanatçılarla, rektörlerle "açılım" toplantılarını Dolmabahçe'de yaparken "Gençlik Buluşmasını" 27 Ocak'ta Erzurum'da yapıyor. Sadece "yandaş" öğrenci konseylerinin ve temsilcilerinin çağrıldığı Erzurum'daki gençlik buluşmasına, birçok öğrenci konseyi ve gençlik örgütlerinin temsilcileri davet edilmedi.

Türkiye Gençlik Birliği, 60 üniversite'den 150'inin üzerinde öğrenci kulüplerinin başkanları ve yöneticileriyle Erzurum'da olacak. Üniversiteleri emir kulu haline getirmek isteyen, Cumhuriyet düşmanı, "Açılımcı" AKP'ye karşı gençliğin sesini haykıracak.

Samanyolu televizyonu 25 Ocak günü yaptığı haberle açıkça linç çağrısında bulundu. "milliyetçi ve muhafazakar kimliği ile bilinen Erzurum'da yapılması planlanan eylemin açılışı gölgeleme ve halkı provoke etme maksatlı olduğu ileri sürülüyor" diyerek Erzurumluları tahrik etti.


Haberde bununla yetinilmedi ve açık tahrik devam etti: "Bu arada Erzurum halkına da büyük görev düşüyor" denilerek sorunlarını dile getirmek isteyen öğrencilerin linç edilmesi için çağrı yapıldı.


YALAN BİLGİLER İÇEREN HABER VE GERÇEKLER ŞÖYLE:

KIŞKIRTMA 1: "Marjinal gruplar bu defa gözünü Erzurum'un ev sahipliği yapacağı 25. Dünya Üniversitelerarası Kış Oyunları'na dikti."

Gerçek 1:TGB'nin eyleminin amacı kış olimpiyatları değil, öğrencilerin, gençliğin sorunlarını haykırmak. Özerk üniversite, bilimsel eğitim, harç ve barınma sorunları iletilecek. Ülkeyi bölünmenin eşiğine getiren, Cumhuriyeti yıkıma iktidarın politikaları eleştirilecek. Kış olimpiyatlarının protesto edilmesi söz konusu değil.


KIŞKIRTMA 2: "TGB provokatif eylemlerin başını çekiyor."

Gerçek 2: TGB, YÖK önünde, Cumhurbaşkanlığı kapısında, Dolmabahçe'de ve bir çok protesto eyleminde bulundu. Ancak, STV haberinde neden TGB'nin görüntülerini kullanmıyor da çatışan öğrencileri gösteriyor. Çünkü TGB'nin eylemlerinde provokasyon olmaz.


KIŞKIRTMA 3: "Milliyetçi ve muhafazakar kimliği ile bilinen Erzurum'da yapılması planlanan eylemin açılışı gölgeleme ve halkı provoke etme maksatlı olduğu ileri sürülüyor."

Gerçek 3: STV, Erzurumluların manevi duygularını kaşıyor, TGB'li öğrencilerle Erzurumluları karşı karşıya getirmek istiyor. Haberin esas amacı da bu aslında. Ulusal bütünlüğümüz tehdit altındayken, Cumhuriyetimiz yıkılırken Atatürk gençliğinin bunu dile getirmesini istemiyorlar. Öğrencilerin kendi sorunlarını dile getirmesinin "linç" edilşmesi için dört gözle bekliyorlar.


Eylemin açılış töreni ile bir ilgisi yok. Erzurumlularla da bunu çok iyi biliyor.

SOROS DARBELERİNİ HALK DEVRİMİ SANMAK!

‘Kuzey Afrika halkları ayakta!’ ‘Tunus 23 yıllık iktidara son verdi!’

Başkan Obama durumu değerlendirdi:: ‘ Tunus halkı gurur ve cesaretini gösterdi!’
Ardından H. Clinton ekledi: ‘Tunus halkının kararlı mücadelesi, diğer Ortadoğulu liderlere bir uyarı niteliğinde!’
Derken Mısır karıştı. Batı basını iri puntolarla yazdı:

‘Mısır halkı Mübarek’i def’etmek üzere!’
Batı basını büyük gümbürtüyle Tunus ve Mısır’ı manşetlere taşıyor. ‘Kendiliğinden bir halk hareketi’ (Spontan) oluşunun üzerine basıyor…

Türkiye’de birçok aydın, wiki sızıntılarda olduğu gibi olanları HAYRA YORUYOR!

Tek Dünya Devletçiler’i derinden memnun eden Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerindeki bu kargaşa nasıl oluyor da HAYRA yoruluyor? Biz ŞER kısmına bakalım..

Şablona bakın! Yasemin Sedir, Gül, Lale!

Gürcistan, Sırbistan, Ukrayna, Polonya, derken şimdi de Tunus ve Mısır…
Hepsi aynı adımları izledi.. şablon hiç değişmedi..
Tunus’daki ayaklanmaya verilen ad bile, Soroscu bir darbenin izi.

Yasemin, Sedir, Gül, Lale vs vs ‘devrimleri’!

Bunlar, Amerika’nın milli istihbarat teşkilatına bağlı hedef ülkeleri ayaklandırma, kaos yaratma ve fonlama merkezi NED (National Endowment for democracy) ve Soros’un Açık Toplum Vakfı (Open Society Foundation) imzalı…


Turuncu şablon, her ülkede KAOS YAPILANDIRMA operasyonuyla gelişti…

KAOS önce ekonomiye yerleşecek, kör topal giden karma ekonomide devletin yeri yokedilecek, tüm KİT’ler özelleşecek, İMF Uluslararası para Fonu Stand –by larla hedef ülkelerin gırtlağına çökecekti.

Mısır’da da Tunus’da da diğer bölge ülkelerinde de tüm fabrikalar küresel sermayenin eline geçecek,üretim azalacak, fiyatlar rekor seviyeye çıkacak, işsizlik tavan yapacaktı.

Çarşamba, Ocak 26, 2011

ERDOĞAN KENDİSİNE "BAŞKANLIK SARAYI" YAPTIRIYOR


 Başbakan artık inkar etmiyor.

1-Yeni anayasa için kolları sıvayacağız. Ama yeni anayasa seçimlerden sonra...

2-Anayasa Komisyonu Başkanımız Burhan Kuzu, başkanlık sistemi konusunda bir çalışma yürütüyor.

Herkes şu soruyu sordu:

Neden yeni anayasa seçimden sonra?

Öyle ya, madem derdiniz demokratikleşme, hemen düğmeye basmak gerekmez mi?

Tabii ki, işin aslı öyle değil...

Çünkü "hesap" başka...

Çünkü mesele yeni anayasa değil, 12 eylül referandumundaki gibi demokratikleşme söylemiyle asıl isteğini gerçekleştirmek, başkanlık sistemini anayasaya sokmak. Yani göz boyayıcı, halkın kabul edeceği maddelerin arasına sıkıştırıp, beraberinde başkanlık sistemini geçirmek.

Son referandumdaki taktik ile aynı...

Erdoğan referandumda ilk provayı yaptı. Artık "başkanlık sistemi"ne geçebileceğine ve iki adaya inecek bir başkanlık yarışında "CHP'li solcu aday mı, yoksa sağcı-muhafazakar aday mı" yarışından başkan çıkacağını düşünüyor...

Yani MHP'nin muhafazakar oylarını kapmaya devam edip, başkan olacak....

Yahu siz de amma insanın içine kurt düşürüyorsunuz demeyin...

Başlıkta okuduğunuz "asıl bomba"yı patlatalım.

Erdoğan, kendisine başkanlık sarayı yaptırıyor....

Yani Başbakan Çankaya'yı beğenmiyor. Belki de Abdullah Gül'ün oturduğu yere oturmak istemiyor. Kendisine daha kuvvetli bir Çankaya koltuğu ve beraberinde daha ihtişamlı bir saray istiyor.

Salı, Ocak 25, 2011

Islık Siyaseti / Zahide UÇAR

Islık Siyaseti

Gündem bu sefer ıslık siyasetine kilitlendi. Sanki dizi film mübarek!. Yumurta siyaseti, ceket muhabbeti… Islıktan başka silahı olmayanlara edilen küfürler, en aşağılık olanlarından hakaretler… Milletin parasıyla ağalık yapmalar… Demokratik, normal bir ülkede doğal bir hak olarak görülebilecek her eylem için bizde kıyamet kopuyor. Çünkü bu ülkede aç yok, işsizlik yok, işyerleri patır patır kapanmıyor!!. Tek derdimiz başvekil efendinin ıslıklanması...

Ülkemizde 2.5 aylık bebek gıdasızlıktan ölüyor ama vicdanlar kararmış. Cuma günü Banu Avar bir söyleşi için Yalova’ya geliyorken İDO’da bir adamcağız pat diye düşüp bayılıyor. Adamcağız gözünü açtığında “AÇ” olduğunu, o yüzden bayıldığını söylüyor. Sandviç yediriyorlar. Gümüşhaneli olduğunu söyleyen vatandaş yol parası bulamadığı için memleketine gidememiş ve borç almaya gidiyormuş. İşte memleket manzaraları bu... Tartışacaksanız bunları tartışın. İktidar partisinin ıslık konuşmak işine geliyor. Islık gündem yapsın ki, açlık gündeme gelmesin. Islık sis bombası yapılsın ki, göz gözü görmesin. O arada da birçok gizli-kapaklı işler yapılsın. Tayyip karabaşa top atar gibi bir top atıyor, haydiii bütün karabaşlar top peşinde. Önce kim yakalayıp geri getirecek yarışındalar sanki. 8 yıldır aynı oyun oynanıyorsa buna bilerek ökseye yakalanmak denir.

Bu arada Karabük konuşulmuyor. 2.5 aylık bebek açlıktan öldü, konuşulmuyor. HES’ler konuşulmuyor. Meclisten geçmemiş olmasına rağmen koruma kalkanı projesi için Trabzon’da inşaata başlandığı söyleniyor ama bir ıslık kadar haber değeri yok.

Okullar ödeneksizlikten 3. dünya ülkesi okullarından beter hale gelmiş. Öğretim kalitesi yerlerde sürünüyor. Sözleşmeli öğretmen eğitim kölesi olarak üç kuruş maaşa çalıştırılıyor ki, sesi çıkamasın. Gayri milli eğitimleri görmesin!..

Trakya ve Ege’den sonra Antalyalı çiftçilerin de tarlaları bir banka tarafından ipotek edildi. Hani şu tarlalarda kredi dağıtan meşhur banka tarafından ama muhalefeti pek ilgilendirmiyor olsa gerek(!) Onlar RTE’nin attığı top peşinde efor sarf ediyor.

Pazartesi, Ocak 24, 2011

MOSSAD ve Barzani - Uğur MUMCU


Ortadoğu'nun karanlık bir kuyu olduğu her gün biraz daha anlaşılıyor.

Kanıtlanan son ilişki MOSSAD-Barzani ilişkisidir.

MOSSAD, İsrail'in gizli istihbarat örgütüdür.

Bu örgütün, Kürt lideri Molla Mustafa Barzani ile ilişkileri olduğu söylense daha önce kim inanırdı?

Barzani'nin CIA ile ilişkisi artık belgelendi.

Kimse bu ilişkiye, "Hayır olmadı" diyemiyor.

CIA-Barzani ilişkileri biliniyordu da MOSSAD-Barzani ilişkileri bilinmiyordu.

Perşembe, Ocak 20, 2011

AÇIN GÖZLERİNİZİ,TÜRKİYE ÖRTÜLÜ BİR SAVAŞLA KARŞI KARŞIYADIR

ANADOLU’DA ATEŞ VAR, BU ATEŞLE OYNAYANLAR VAR! Bu ateş yakar, ilk önce de ateşle oynayanı yakar… AÇIN GÖZLERİNİZİ!

AÇIN GÖZLERİNİZİ,TÜRKİYE ÖRTÜLÜ BİR SAVAŞLA KARŞI KARŞIYADIR
TÜRKİYE ÖRTÜLÜ BİR SAVAŞLA KARŞI KARŞIYADIR, nasıl mı? Anlatalım…
Karşımızda bir örgüt var, adı PKK yani Kürdistan İşçi Partisi.
Adına terör denilen bu örgüt, siyasi bir örgüttür ve amacı, gücü yeterse eğer Anadolu’dan bir parça koparıp bağımsız Kürdistan diye bir devlet kurmaktır. Bu amacına ulaşmak için de, tam 32 yıldır silah kullanmaktadır ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne silahla saldırmaktadır.
70’li yıllarda, ASALA diye bir örgüt de, Anadolu’dan bir parça koparıp Büyük Ermenistan diye bir devlet kurmak için silah kullanmış, işlediği cinayetlerle bir “Ermeni Sorunu” yaratıp, Avrupa siyasetine çekmişti. 90’da Rusya dağılıp, Ermenistan diye bağımsız bir ülke ortaya çıkarılınca, ASALA bir kenara çekilmiş ve şimdi Türkiye, bu Ermeni sorunu ile boğuşup durmaktadır. İstekleri nedir; “Türkler Ermeni soykırımı yaptı, bu resmen tanınsın. Bu nedenle Ermenistan’a tazminat ödesin. Doğu Anadolu’nun bir kısmı Ermenistan’a verilsin.”
Dünyanın birçok ülkesi ve senatosu, bu soykırımı resmen tanımış, pek yakında işler Lahey Adalet Divanına sürüklenecek ve Türkiye, soykırım suçlaması ile yargılanmaya kalkışılacaktır. Bu işin sonu nereye varır?
ASALA Ermeni örgütü, bu şekilde görevini tamamlamış ve 80’li yıllarda misyonunu PKK’ya devretmiştir. PKK’nın, son otuz iki yıldır,  işlediği cinayetler Avrupa siyasetine Kürt Sorunu olarak çekilmiştir. AB raporları, bu sorunu tanımlayan örneklerle doludur. Ermeni meselesi ile Kürt meselesi arasında, artık, izlenen tarihsel süreç açısından, tek bir fark kalmıştır, o da, yaratılan bu Kürt sorununu dünya siyasetinde geliştirecek bir Kürt devletinin kurulmasıdır. Eğer ki bu Kürt devleti kurulursa, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nden toprak, soykırımın tanınması ve tazminat gibi taleplerde bulunan Ermenistan’a, bu yeni Kürdistan da eklenecek ve her ikisi birleşip, aynı istekleri dünya siyasetine taşıyacaklardır. Bu iş nereye varır?
Türkiye bu sürecin neresindedir, diye olaya bakıldığında, Ermenilerin sürekli mevzi kazandığı, kurulması planlanan Kürt devletinin ise Irak ayağının tamamlandığı görülmektedir. Irak kuzeyinde Kürt devleti kurulmuştur, bir tek ilanı eksik kalmıştır.
Türkiye ayağında ise, Doğu Anadolu’da özerk bir Kürt yönetimi yapısı kurulmuş olup, bu yapının, nasıl hayata geçirileceğinin hesapları yapılmaktadır. Türkiye bugün, özerk Kürdistan tartışmalarında, “PKK bir halk isyanı çıkarsın da kanlı mı olsun, yoksa AKP anayasayı değiştirsin de kansız mı olsun”, hesaplarının tam ortasındadır. Kanlı ya da kansız, bu da gerçekleştirildikten sonra, daha ilerisini görmemek için, ülkeyi yönetenlerin kör olması gerekmektedir. Zira böylesi bir yapı hayata geçirildikten sonra, derhal Irak’taki Barzani Kürdistan’ı ile birleşme kararı alınacak ve bir federasyona geçme çabaları sürdürülecektir. Ardından da soykırım, tazminat, toprak talebi gibi, Ermeni taleplerinin aynısı karşımıza çıkarılacak ve bu olayların Avrupa siyasetine taşınması için, her şey yapılacak ya da yaptırılacaktır. Bu iş nereye varır?
Bu iş, 1920’nin Sevr haritasına varır…
Bakın bu haritaya, Doğu Anadolu’da bir Ermenistan ve Kürdistan göreceksiniz.
Başka? Anadolu’nun dört bir yandan işgal edilmiş olduğunu göreceksiniz.
Peki, ne için çizilmişti bu Sevr Haritası? Anadolu’daki biz Türklerin, Ermenistan-Kürdistan gibi tampon devletlere, Asya’daki Türk dünyası ile bağını kesmek için.
Başka? Yalnızlaştırılan Anadolu’daki biz Türkleri dört bir yandan kuşatıp tarihten silmek için!
Peki, bu geldiğimiz noktada, durum nedir?
Doğu Anadolu’da tampon devlet kurmak için, Irak kuzeyinde Barzani Kürt yönetimi kurulmuştur. Barzani eliyle Türkiye’nin doğusu, tampon birde devlet yapısına doğru sürüklenmektedir.
Sözde bu Kürt devletinin silahlı kanadı durumundaki PKK örgütü, devlet içinde devlet olmuş, halk üzerinde devlet otoritesi kullanmaktadır. Bu demektir ki, halkın yönetimi devletin elinden çıkmış, PKK Kürt örgütünün eline geçmiştir. TBMM’de, yerel yönetimlere ÖZERKLİK vermeyi planlayan bir kanun teklifi vardır. Bu da çıkarılırsa eğer, Doğu Anadolu’da, resmen, Özerk bir PKK yönetimi kurulmaktadır. Bu iş nereye varır?
Bu iş, tıpa tıp, 1920’nin Sevr projesine varır…
Peki, bu ne demektir? Bu savaş demektir savaş!
Neden? 30 Ekim 1918’de, çok ağır koşulları olmasına rağmen, biz bu İngiliz, Fransız, İtalyan Yunalılarla Mondros Ateşkes Anlaşması yapmadık mı, yaptık. Bu anlaşma sonucu, üç Anadolu büyüklüğünde toprak kaybetmedik mi, kaybettik. Peki, milyonlarca vatan evladını Yemen’de, Mısır’da, Filistin’de, Hicaz’da, Irk’ta, Kafkas’ta, Balkanlarda şehit vermedik mi, verdik. Ne oldu sonunda?
Ne oldu? Ateş kesi imzalar imzalamaz, İstanbul’a girmedi mi bunlar, girdiler. Bir yıl sonra, İzmir’i işgal etmediler mi, ettiler. Bir yıl daha sonra, hem İstanbul’u, hem Ege’yi işgal etmediler mi, ettiler. Peki, düşmandaki bu öfkenin nedeni ne idi, neden bize saldırdılar?
Neden? Anadolu’yu ele geçirip, Bizans’ı almak ve biz Türkleri tarihten silmek, yok etmek için! Baktılar ki tek başına silah yetmiyor, işte o zaman, önümüze bir anlaşma daha koydular, Sevr! Kabul etmedik, savaştık, Sevr’i parçalamak için savaştık. Peki, şimdi içinde bulunduğumuz koşullarla, Sevr’i yaşadığımız süreçteki şartlar arasında ne fark kaldı?
Ne? Tek fark; o zaman düşman silahlıydı, şimdi ise kendisi silahsız, parası var, siyaseti var,  ama üzerimize saldığı güçler silahlı.
Kim bu üzerimize saldığı silahlı güçler? PKK!
İşte bütün mesele budur, Türkiye örtülü bir savaşın içindedir ama, ne yazık ki, bu savaşa terör denilerek halkımız aldatılmaktadır. Biraz daha açalım…
PKK’nın açılımı nedir? Kürdistan İşçi Partisi.
Barzani’nin(KDP) açılımı nedir? Kürdistan Demokrat Partisi.
Talabani’nin (KYB) açılımı nedir? Kürdistan Yurtseverler Birliği.
Öyleyse bu Barzani-Talabani ve PKK aynı yolda yürüyor, doğru mu? Doğru.
Peki, AKP siyaseti yani hükümetimiz bu Talabani ve Barzani’yi destekliyor. Bunu anlamı nedir?
PKK, silah, cephane, mayın, bomba, ne ile alıyor? Para ile. Peki, bu para nerede? İsviçre’de. Kim himaye ediyor bu parayı? AB ülkeleri. Peki, AKP siyaseti yani hükümetimiz AB ile kol kola, hiç sesi çıkmıyor? Sizce bunun anlamı nedir?
PKK’nın silahlı eğitim ve öğretim kampları nerede? Irak’ta. Kimin bölgesinde? Barzani ve Talabani’nin. Kim himaye ediyor PKK’yı Irak’ta? Barzani-Talabani ve Amerika. Peki AKP siyaseti, yani AKP hükümeti bunlarla kola kola geziyor, yedikleri içtikleri ayrı gitmiyor, bunun anlamı nedir sizce?
Gelelim İsrail’e…
Bölgede yani Körfez’de Müslüman coğrafyayı etnik ve dini temelde parçalayıp, bu parçalardan Arap olmayan bir devlet kurmak ve bunu kendine müttefik yapmak isteyen kim? İsrail. Evet, İsrail çünkü elimizde buna ait planı var; “1980’lerde İsrail için Strateji”.  Yazarı da Oded Yınon isimli bir Yahudi. Bu plan 1982’de Dünya Siyonist Dergisinde yayımlandı.
Araplara karşı Irak kuzeyinde bir Kürdistan kurulması İsrail’in işine gelir mi? Elbette gelir, çünkü Arapları ayrıştırmak peşinde İsrail. Uğur Mumcu’nun öldürülmeden önce yazmış olduğu son makaleyi okuyunuz, Molla Mustafa Barzani bir Yahudi ajanıdır, diye yazdı ve peşinden öldürüldü.
İsrail ne yapmak istiyor?
İsrail, Mısır’dan Afganistan’a, tüm Müslüman coğrafyayı parçalayıp sınırlarını değiştirmek istiyor, tıpkı Amerika gibi. Peki, nasıl yapacak bunu? İncelemişler, uzun yıllar boyu Müslüman coğrafyadaki ülkeleri incelemişler. Bakmışlar ki, bu ülkelerde etnik farklılıklar var, dini mezhep farklılıkları var, demişler ki İsrail’in işi kolay! Bu ülkeleri etnik-dini temelde ayrıştır ve parçala!
Irak nasıl parçalandı? Kürt-Arap yani etnik kimlik, Şii-Sünni yani dini mezhep farklılıkları üzerinden. Peki, Başbakan Erdoğan ikide bir ne diyor? Türk-Kürt, Alevi-Sünni, etnik farklıklarımız zenginliktir diyor, dini inançlarımızı farklı farklı yaşayacağız diyor. Elbette herkes inancını yaşayacak, elbette herkesin farklı bir etnik kimliği olabilir ama Erdoğan kim? Başbakan. Neyin Başbakan’ı? Türk devletinin. Ne yapması lazım? İnsanları birleştirmesi lazım. Ama o ne yapıyor? Ayrıştırıyor tıpkı İsrail’in istediği gibi. Sonuç açık o zaman, Erdoğan İsrail’le kol kola yürüyor ya da AKP Siyaseti ile İsrail atbaşı gidiyor, demektir bu.
Peki, sonuç nedir, bunca anlatımdan ne çıkıyor?
Türkiye savaştadır, örtülü bir savaşta. Ülkeler neden savaşır? Siyasi bir hedef ulaşmak için. Buradaki yani ülkemizdeki siyasi hedefleri belli; Kürdistan, tıpkı 90 yıl öncesi hedefleri gibi. Kendileri savaş ilan edemiyor, çünkü 1919’da ettiler, geldikleri gibi geri gittiler. Şimdi silahla gelemedikleri için yani, bu siyasi hedeflerine ulaşmak için savaş açamadıkları için, PKK diye bir örgüt kurdular ve bu örgüt eliyle bize saldırıyorlar, adına da terör diyorlar. Bu doğru değil, karşı karşıya kaldığımız mesele bir terör meselesi değil, örtülü bir savaştır.
Örtülü bir savaşa girmiş bulunan bir devletin bir hükümeti ne yapar?
Önce Türk Ordusu’nun savaşa hazır hale getirir, eksiği varsa tamamlar. Peki, bizim hükümetimiz kendi ordusuna yapılan saldırılar karşısında sessiz kalıyor, üstelik siyasi yargıya, ordumuz sanki teröristmiş gibi, ordumuz sanki terör örgütüymüş gibi, ordumuz sanki düşmanmış gibi işlem yapılmasına, destek veriyor, bu nasıl bir iştir! Kol kola gezdiği bu Amerika, Türk Ordusu’nun askerinin başına çuval geçiriyor, yine sessiz kalıyor, üstelik “nota verin ABD’ye” diyenlere de, “ bu müzik notası değil” diye gayri ciddi bir cevap veriyor, bu nasıl bir iştir!
Örtülü bir savaşla karşı karşıya kalan bir hükümet ne iş yapar?
Türk milletini hazırlar, milletin birlik ve beraberliğini güçlendirecek çalışmalar yapar. Peki ya bu hükümet milleti ayrıştırıyor, Kürt-Türk, Alevi,-Sünni diye ayrıştırıyor, nerdeyse ülke kardeş kavgasının eşiğine getirildi, bu ne iştir!
Bir devlet ve bu devletin hükümeti, örtülü bir savaşın içindeyse, ne yapar?
Bu savaşın ardındaki güçlere yani ABD’ye, AB’ye ve İsrail’e “ayağınızı denk alın, tanımıyorsanız bizi, açın Türk tarihini okuyun” der! Hükümet ayağa kalkar, “Ey dünya, varlığımıza kastedecek düşmanları tarihten silecek gücümüz vardır, ayağınızı denk alın!”der ve bu durumu bir nota ile tüm dünya devletlerine bildirir. Ama bizim hükümetimiz, varlığımıza kasteden bunlarla, ABD ile, AB ile, İsrail ile kol kola, aynı yolda yürüyor, bu ne iştir, nasıl bir iştir!
Uykudaki gözlerinizi açın artık! Savaştayız savaşta! Örtülü bir savaştayız ve bu savaş içimizde yapılıyor! Bildiğiniz düşman yok karşımızda, çünkü düşman içimizde!
Ey ülkeyi yönetenler!
Anadolu’da ateş var ve bu ateşle oynayanlar var! Bu ateş yakar, hepimizi yakar en başta, ateşle oynayanları yakar ve bu ateşe göz yumanları yakar!
Kendinize gelin artık!  Bu ateşi söndürün! Bırakın “ileri demokrasi” “Kürt Sorunu” gibi lafları, sorun bizde değil sizde!
Ey Türk Milleti!
Bu gidişat iyi değil! Açın gözlerinizi!
Tez elden bu siyaseti değiştirin yoksa yanacağız, Anadolu yanacak, hepimiz, biz, ülkemiz, çocuklarımız ve geleceğimiz!
Açın gözlerinizi, bu gidişat, gidişat değil, hiç iyi değil…

Erdal Sarızeybek

Arılar Ve Manyetik Silahlar!

Arılar Ve Manyetik Silahlar!
ABD NATO kanalıyla Türkiye’den istediğini aldı. Yetkililer talebe şartlı evet dedi. Oysa; Füze Kalkanı dedikleri şey, sadece manyetik şemsiye değildir, aynı zamanda kurulduğu bölge halkına yöneltilmiş bir manyetik şiddet silahıdır.
Halk bu bilgilerden mahrumdur.

Gökyüzünden gelen manyetik şiddeti kim bilecek?

Füze Kalkanı hakkında bildiğimiz, bunun bir manyetik savunma silahı olduğudur.

Batının manyetik manyakları kafaya koymuştur, bize bu en pahalı teknolojiyi satacaklar.

Trabzon'da, Kadırga yaylasına da üssü kuracaklar. Başladılar bile. İşte o yaylada, manyetik şiddeti en yüksek baş vericiler kuruldu bile. İşler üç yıldan beri devam ediyor.

Eş başkanlar BOP’un savaş projesine hayır diyemez. Adım adım işler yürütülüyor.

İktidar önce sözü veriyor, halkın elinden tarım alanları alınıp ormana dahil ediliyor, orman işletme yasaları değiştiriliyor, yaylalar yabancılara işletmeye açılıyor...

Yayla turizmi diye; yabancıların geliş gidişleri normalleştiriliyor, Telekom yabancılara veriliyor, yaylalara, dağlara tepelere oteller ve baz istasyonları dikiliyor...

Dikilen her direkle birlikte, halkımız bilmiyor ki yediğimiz manyetik dayağın şiddeti artıyor.

Sadece biz insanlar değil, bitkiler ve hayvanlar bu şiddetten zarar görüyor.

Duyargalarla çalışan tüm uçucular ve sürüngenler, aynı tehlike altındadır Direğin altındaki meyveler kuruyor.

İşte arılar da ölüyor, kovanlar SOS veriyor. Manyetik şiddete maruz kaldığı için arılar yön duygusunu kaybediyor, yuvasız kalıyor ve işte sonuçlar ortada. Trabzon çevresinde binlerce petek arısız kaldı, kovanlar ölüyor. Arı demek, nebatat demektir; Karadeniz'i dünyada birinci yapan flora demektir; ilk tıp kitabı Lokman Hekim'in yazıldığı yer demektir; bu florayla beslenen sağlıklı bir genetiğe sahip olmuş insanlar demektir...

Doğu Karadeniz demek, Kafkas Arısı demektir! Ayder Yaylası arıcılarına göre bu yıl üretim yarı yarıya düştü, nedeni bilinmiyor. Bilmediklerinden değil, sorumluları rahatsız etmemek için araştırılsın diyorlar.

Füze Kalkancı Amerikan Yahudi lobisinin isteğine uyarak, Kadırga Yaylasında Füze Kalkanı Üssü kuruluyor.

İran'la hiç savaş çıkmasa bile, o manyetik şemsiye orada kaldığı sürece; biz nebatatımızdan, arılarımızdan ve nesillerimizden olacağız.

Askeri boyutu daha da vahimdir. Bir taşla birkaç kuş vuruyor ABD!.

Asıl hedef; İran değil, Türkiye'dir!

Bağdat-Mardin-Rize otoyolu, adı da sevgi yolu; bu üssün tali yoludur. Bağdat'tan çekiliyormuş gibi yapıp, Karadeniz'e kadar yerleşecek Amerikan Ordusu. Bu yolla, bir de AKP himayelerinde kurulmakta olan BOP Kürdistanı'nı da korumaya almış olacaklar.

Samsun-Artvin arasında; yayladan yaylaya dağlardan geçecek olan safari yolunun altındaki neden de, Kadırga Füze Üssü'dür. Bu yol da, o üssün tali yoludur.

Dağlar ve yaylalar halkın geçişine kapanacak, emperyalist Amerikan ordusunun emrine verilecektir. Görünen plan budur.

Denizden de bir yol açılıyor Kadırga'ya; Beşikdüzü Şalpazarı, Sisdağı hattında devam eden, tır geçebilen yollar açılıyor...

Neden bilinçli bir şekilde türban konusu gündemde tutuluyor anlaşılıyor mu?

Başımıza örülen tuzakları gösterelim.

Bizleri kurtaracak olan, yalnızca kendi aklımız ve kendi ellerimizdir.

Beynimizi teknoloji tarikatının esiri olmaktan kurtarırsak özgür olmaya başlarız.

Ancak, parlamento kararı henüz alınmamıştır.

Gündem, meclisten Füze Kalkanına hayır çıkartmak olsun.

Bütün milletvekillerini asli görevlerine davet edelim; yeminlerini onlara hatırlatalım.

Günün Sözü: Farkında olmak, düşmanı bertaraf etmenin ilk şartıdır.

http://www.antigazete.com/arilar-ve-manyetik-silahlar_haberi_3167.html

Nurullah AYDIN

NATOCU GENEL KURMAY SOROSCU STK’LAR VE ILIMLI İSLAMCILAR!

Tunus bağımsızlığını kazanırken, Atatürk’ü ve devrimlerini örnek almıştı. Bir çok mazlum millet gibi sıkı sıkı Cumhuriyet’e sarıldı… Müslüman bir ülkeydi… Batıda eğitilmiş elitlerin ‘batı modeli’ , halka deli gömleği gibi giydirilince afalladı!
Önce Fransız sonra ‘global’ sermayenin ağlarına dolaştı…Uzun zamandır tüm kılcal damarlarında, uluslar arası sermayeye bağlı örgütlerin zehiri dolaşıyor…



Yarım asırdır sadece 2 lider gördü. Tüm seçimlerde iktidar partisinin oyu hiç yüzde 80’in altına inmedi (!) Çoğulcu demokrasi dendi ama seçime giren partilerin oy oranları yüzde 1 ile 3 arasında gitti geldi…

İktidar partisi, ‘demokrasi’ yaftalıydı ama ağzını açan ‘terör’ listesine alındı, zindana atıldı.

Arap dünyası içinde ‘laik’ rejimi olan ve Amerikan politikalarına karşıtlık oranı en yüksek ülkeydi.

Ve her 3 gençten biri işsizdi. Temizlikçi kadınlar, seyyar satıcılar, taksiciler hepsi master dereceli bazen çift diplomalı üniversite mezunları!



İşsizlik açlık, yoksulluk tavan yaptı…

Derken düdüklü tencere patladı!



Soru 1: Bunca yıldır ‘bekleyen’ Tunus’da kitleler nasıl sokağa çıktı?

Soru 2: Tunus’da kargaşa başladığında Ordu ne yaptı?



Soroscu sendikalar ve Natocu Paşalar





Halk sokağa döküldü. Bin Ali ülkeyi terk etti… Akla yakın geliyor mu?



Bir: 90’lardan beri Tunus’un kılcal damarlarına yerleşmiş batılı örgütler, öncelikle sendikaları özellikle de Eğitim sendikalarını denetleyip dönüştürmüşlerdi.. İnsan hakları ‘aktivistleri’ Tunus’un her yanındaydı.. Halkın sokağa dökülmesinde batı denetimindeki sendikalar büyük rol oynadı… Halkın öfke ve isyanı belli kurumlarca denetlendi ve yönlendirildi.



İki: Devlet başkanı Zeynelabidin Bin Ali kendi kendine gitmedi, Tunus Genel Kurmayı tarafından koltuktan indirildi… Bin Ali, kargaşa ilk başladığında, silahla bastırılması için orduya emir vermiş, Genelkurmay başkanı General Raşid Ammar emre itaat etmemişti. İstifa edip ülkeyi terk eden Ammar’ın yerine gelen Genel Kurmay başkanı da sokağa müdahale etmedi. Bin Ali bu koşullarda sanki bir anlaşma sonucu ülkeden ayrıldı. Tutuklanmadı hesap sorulmadı..



Bin Ali ülkeden ayrılır ayrılmaz General Ammar Tunus’a dönecek, ABD ile irtibat halinde kaosu idare edecekti! Üstelik halkına silah çekmeyen komutan olarak ‘kahraman’ ilan edilecekti!

General Raşid Ammar, NATO, Mossad İsrail ve Africom ile yakından münasebetli…



Sürgünde Bir Cemaat Lideri

Kargaşa sürerken yeni bir hükümet Bin Ali’nin sağ kolu tarafından oluşturuldu. Muhalif sendika liderleri ve ‘ILIMLI’ İslam temsilcileri ile pazarlıklar yapıldı.

Batı istihbaratına yakın sürgündeki cemaat lideri Raşid Gannuşi pazarlıklara katıldı...Yıllardır Londra’da yaşayan ve Batılı İslam uzmanlarının kaleminden, adına methiyeler düzülen Gannuşi, hükümette yeralma teklifine sıcak bakacağı mesajı yolladı…





Sivil örümceğin Ağında!



Tunus’un son on yıldır sivil ağlarla kaplanması, birçok ülkede aynı. Bu ülke, 2002’de Bush tarafından başlatılan Ortadoğu İşbirliği Girişimi (Middle East Partnership Initiative)nin bölgesel ofislerinden birine ev sahipliği yapıyor. Diğer ofisler Lübnan, Mısır ve Filistin’de bulunuyor. Yemen Bahreyn Girişim’e katılıyor. Carnegie Enstitüsünden Lutfi Hajji Girişim’in Sivil örümcek faaliyetlerini şöyle özetliyor:



‘ABD 2002 de başlattığı Ortadoğu İşbirliği Girişimi’nin (Middle EastPartnership Initiative) hedefi, Sivil toplum örgütlenmesiyle, ülkelerde demokrasiyi ve kalkınmayı yaymaktı. Tunus bu girişimin en önemli ayağıdır. Tunus’daki ofisin başında Peter Mulrean vardır. Ve işinin zorluğunun altını çizerken, Arap dünyası ve özellikle Tunus’daki anti-Amerikan atmosfere dikkat çekmiştir.’



ABD ‘Girişimi’!



2002 den beri Girişim, ekonomi, eğitim, kadın hakları, politik özgürlükler, ve özellikle politik İslam konusunda kurumları fonlamaktadır. Ayaklanmadan az önce, Girişim’in başındaki Mulrean, işinin çok zor olduğu konusunda bir rapor derlemiş ve Tunus’da temasta olduğu elitleri sınıflandırmıştır:


‘1) Bir kısım Tunus eliti ABD politikalarına karşıdır. Özellikle ABD’nin İsrail yanlısı politikaları eleştirilmektedir.



2) İkinci grup, özellikle insan hakları savunucuları, ABD zorlamasıyla demokratik reformlara ulaşılacağına inanmakta ama ABD tarafından fonlanmaya karşı çıkmaktadırlar…



3)Üçüncü grup, ABD fonlarını kabul etmekte ama bu kategoriye girenler sayıca çok az ve insan hakları konularına ilgi duymamaktadırlar.







Anlaşılan, ABD istihbaratı Tunus’da belli bir süre içinde becermesi gereken ‘demokrasi operasyonunu’ gerçekleştirememiştir.

Mulrean raporuna şöyle devam edecektir:

‘Ortadoğu İşbirliği Girişimi Tunus’da engellenmektedir. Tunus hükümeti, Sivil toplum kuruluşları konusundaki çağrılara açık değildir. İnsan hakları, basın özgürlüğü, siyasi parti oluşumları ile ilgili rahat çalışılamamaktadır.

Tuhaf olan, bağımsız Tunus STK’ları ABD fonlarını reddederken, hükümete yakın örgütler fonları kabul etmektedir.’



Bu rapor Tunus’un neden birden karıştığına da açıklık getirmektedir.

Ortadoğu merkezli Avrasya kuşatması 2011’de tamamlanmak zorundadır. Vakit kalmamıştır

KUZEY AFRİKA PROJESİ hayata geçmek zorundadır.

Tunus, zengin gaz ve petrol yataklarına sahip, rejimleri çoktandır sallanan Cezayir ve Libya’nın tam ortasındadır. Kuzeyde Akdeniz’e uzanan çıkıntısı, İtalya’daki NATO üslerine bakmaktadır. Bu haliyle Akdenizin doğusunu kapatacak bir kapıdır ve Kuzey Afrika projesinde en stratejik noktadır!



Son kargaşa ile ılımlı islamın geldiği, daha az eğitimli, söyleneni yapan, ABD/NATO üslerine ve ‘demokrasi projesine ’ kucak açan bir Tunus istenmektedir!



Böyle bir Tunus, iki yakasındaki enerji zengini ülkelerin ‘bölünme’ sürecinde faydalı olacak, İsrail ve ABD çıkarlarını tehdit edebilecek muhalif hareketleri susturmak için kullanılacak, Kuzey Afrika’daki enerji boru hatlarını sağlama alacak, füze kalkanı projesinde önemli bir işlevi olacaktır..



Akdenizin güneyden kontrolü Tunus’un denetimi ile tamamlanacaktır.



ABD/ NATO planları içinde Tunus’un yeri böyle…

Gürcistan’a yığılan NATO silahları ile Kafkasları karıştırıp Karadeniz ve Hazar kıyılarına el koymaktan, Lübnan’daki bir kıvılcımın tüm bölgeye ve sonunda İran’a bir saldırıya dönüşeceği üzerine çeşitlemeler küresel çetenin yayın organlarında dillendiriliyor



Dünya 3. kez paylaşılıyor! Tarih bize, pervasız saldırganların, hiç umulmadık bir anda, saldırırken çöktüklerini de hatırlatıyor!



Banu AVAR

Pazartesi, Ocak 17, 2011

KİMSE PAPANDREU’YA VE MERKEL’E KIZMASIN

 
Yunanistan Başbakanı Yorgo Papandreu, ‘Dadaşlar diyarı Erzurum’da Başbakan Erdoğan’ın gözünün içine baka baka, ‘Kıbrıs’ta işgal sürdükçe Türkiye AB’ye üye olamaz’ dedi.
Ardından, Almanya Başbakanı Angela Merkel, Kıbrıs Rum Kesimi’ni ziyaretinde ‘Rumlar haklı, Türkler haksız, Türkiye de Ada’da işgalci’ türünden laflar etti.

Ben en çok AKP’ye sonuna kadar destek veren ‘Dadaşlar diyarı Erzurum’ halkının durumuna üzüldüm. Komşunun oğlu Yorgo içlerine kadar gelip, esip savururken, dadaşlar da baş tacı ettikleri Erdoğan’a, ‘Yunan’a one minute yok mu’ diyemedi.

Başbakan Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Gül, konuyla ilgili açıklamalarını sürdürerek, Merkel’e yeni yanıtlar verdiler.

Erdoğan, ayrıca İsrail’den sonra şimdi de Almanya’dan ‘özür’ beklediğini ilan etti..

Bu gelişmeler, kamuoyunun bir kez daha Avrupa Birliği ve Kıbrıs sorunuyla ilgili gerçeklerle yüzleşmesine neden oldu.

Sanmayın ki Almanya ya da başka bir AB üyesi ülke, enerji hesapları, bölgede yeni dengeler ya da AB içinde anlaşmazlıklar gibi nedenlerle Kıbrıs konusunda politika değiştirdi.

Eski Başbakan Schröder ile Merkel arasındaki terk fark, Schröder’in, Türkiye’nin AB üyeliğini destekliyormuş gibi yapmasıydı.

Yoksa O da, Türkiye’ye işgalci demekten hiç geri kalmamıştır.

AB ülkelerinde yaygın inanış, ‘Türkler haksız, zavallı Rumlar haklı, Türkiye Kıbrıs’ta işgalcidir’ şeklindedir.

Yıllarını Brüksel’deki AB kulislerinde ve birimlerinde geçirmiş bir uzman olarak söylüyorum, geçmişe dönük bir tarama yapın, hiçbir Alman ya da başka bir AB üyesi ülke yetkilisinin bu tespitlerden farklı konuştuğunu göremezsiniz.

YUNANİSTAN VE KIBRIS RUM KESİMİ’NDEN AKP’YE DESTEK

İşbaşına geldiği Kasım 2002’den itibaren AB kartını kullanan AKP’nin, özellikle de Kıbrıs’la ilgili olarak verdiği ödünler biliniyor.

AB’yi hedeflerine varmak için kullananların verdiği ödünleri ben söylesem, inandırıcı olmayabilir. Bu nedenle yabancıları konuşturacağım.

Kıbrıs Rum Kesiminde yayınlanan Politis gazetesinin yazarı Makaryos Drusyots, 3 Ağustos 2005 tarihli yazısında, AKP’nin AB’ne bakışını şöyle özetliyor. “AKP, Avrupa Birliği sürecini terk ederse, ekonomik kriz ve iç kargaşaya neden olurken, Türk politikası üzerinde AB vasıtasıyla kullanabileceği nüfuzu tamamen kaybeder.”

“Elin” Makaryos’u bile AB sürecinin kullanıldığını görmüş, ama yurdum insanı gün ortasında Ankara’nın göbeğinde patlatılan havai fişeklerine aldanmış…

Makaryos Drusyots, AB, Yunanistan ve Rum Kesimi için AKP’nin ne anlam ifade ettiğini de anlatıyor: “Lefkoşa ve Atina, Türkiye'de, Kemalistleri yeniden yönetime getirecek bir krizin, Kıbrıs ve Yunanistan'ın çıkarına olmadığını biliyor. Bu yüzden de 17 Aralık 2004’te Türkiye'ye müzakere tarihi verildiğinde, veto kullanmak istemediler…”

Demek ki neymiş, Rumlar ve Yunanistan için AKP bir fırsatmış. Yurdum insanı ise havai fişeklerine aldandığı için olup biteni göremiyormuş.

17 Aralık 2004’te, AB’den müzakere tarihinin söke söke aldığını söyleyerek Başbakan Erdoğan’ı yere göğe sığdıramayanların unutturmaya çalıştıkları gerçekler bugün, Papanderu ve Merkel’in ağzından çıkınca şaşkınlık yaşandı.

ERDOĞAN KIBRIS’I TANIYACAK

Oysa 17 Aralık zirvesinin hemen ardından İtalya Başbakanı Sylvio Berlusconi, boş bir anına gelmiş olacak ki, “Başbakan Erdoğan bana Kıbrıs’ı tanıyacağını, bunun için biraz zamana gereksinimi olduğunu söyledi” deyivermişti.

Bu sözlere baktığınızda, Papandreu ve Merkel’e boşuna kızıyormuşuz demez misiniz?

Yunan yetkililer istikrarlı, bugün ne diyorlarsa 8 yıl önce de aynısını söylemişler. Üstelik onlar AB sürecini, Türkiye’den istediklerini almanın en iyi yolu olarak belirlemişler. Bu nedenle de Türkiye süreçte tutmak için her şeyi yapıyorlar.

Bu durumun en iyi örneği de Yunanistan Savunma Bakanı Yannos Papandoniyu’nun, 12 Ocak 2003’deki sözleridir:

“Türkiye, AB’ne katılmak için Yunanistan’ın yardımına muhtaçtır. Türkiye’nin bu arzusu Yunanistan’la olan ilişkilerinde olumlu beklentiler yaratıyor. Herkes biliyor ki, Türkiye’nin AB üyeliğinin anahtarı Yunanistan’ın elindedir. Yunanistan’ın bu konuda yardımcı olması için, Türkiye, Kıbrıs konusunun çözümüne katkıda bulunmak ve Ege’deki ulusal egemenlik haklarımız aleyhindeki taleplerinden vazgeçmek zorundadır.”

Demek ki neymiş, komşumuz bizi karakaşımız kara gözümüz için değil, alacaklarını tahsil etmek için destekleyecekmiş.

Yardım bağımlısı yurdum insanının bu gerçekleri anlamasını beklemiyorsunuz herhalde…

AB sürecini kimi kurumları etkisizleştirmek için kullananlar, 17 Aralık 2004 zirvesinde aldıkları müzakere tarihi ile kamuoyunu uyutmak isterken, ‘Ek Protokol’ adlı bir belgeyi uygulamayı taahhüt ettiklerini vurgulayan bir imza atmışlardı.

Söz konusu belge Rumların tüm Kıbrıs’ın temsilcisi olarak tanınmasını, diplomatik ilişkilerin kurulmasını ve limanlar ile havaalanlarının Rumlara açılmasını içeriyordu.

İşte bu belgeyi dönüp dolaşıp her fırsatta önümüze sürüyor, gözümüze sokuyorlar.

TÜRKİYE KENDİNİ BAĞLADI

Bu durumu belki de en iyi özetleyen açıklama, dönemin Yunanistan Başbakanı Karamanlis’ten gelmişti: “Avrupa Birliği tarihinde ilk kez bir ülke kendini kelime kelime bağlamıştır. İster yazılı ister sözlü olsun, Türkiye artık bu durumdan kesinlikle geri adım atamaz…”

17 Aralık zirvesinde Türkiye’nin kabul ettiği şartlarla ilgili olarak, İsveç Başbakanı Göran Persson da, Başbakan Erdoğan’ı şu sözlerle uyarmak zorunda kalmıştır: "Siz ne yaptınız? Çok ağır şartları kabul ettiniz. Biz sizin bu şartları kabul etmeyeceğinizi, tartışma ve hatta kavga çıkaracağınızı sanıyorduk! Eğer siz bu ağır şartlara karşı direnseydiniz bizde sizi destekleyecektik. Ama bundan sonra bizimde yapacağımız bir şey kalmamıştır."

Demek ki neymiş, AB’yi içerideki hesapları için kullanmaya çalışanlar, geri dönemeyecekleri sözler vermişler.

Bu saatten sonra kimse Papandreu, Merkel ya da bir başka AB ülkesi yöneticisine kızmasın.

Hele özür dilenmesini hiç beklemesin.

Onlar yeri geldikçe verilen sözleri anımsatıyorlar.

Soru: ‘Bizimkiler AB’ye verdikleri sözleri tutarlar mı?’

Soru: ‘Asıl özür dilemesi gereken kim?’



Gürbüz Evren

10 Ünlü Darwinist Yalan - Körelmiş Organlar Yanılgısı

"Canlılarda Körelmiş Organlar Vardır" Yalanı

Uzun zamandır evrimci kaynaklarda canlılardaki bazı organların işlevsiz olduğu ileri sürülmekte ve bunların o canlıların atalarından miras kalmış evrimsel kör noktalar olduğu iddia edilmektedir. Örneğin insan vücudundaki appendiks (apandisit) veya kuyruk sokumu, yıllarca "körelmiş organ" sayılmıştır. Oysaki son yılların bilimsel araştırmaları, tüm bu organların önemli işlevleri olduğunu koymuş durumdadırlar. Evrimcilerin 20. yüzyıl başında çıkardıkları "körelmiş organlar listesi" bugün tamamen çürümüş durumdadır.
Evrim literatüründe uzunca bir süre yer alan, ama geçersizliği anlaşıldıktan sonra sessiz sedasız bir kenara bırakılan iddialardan biri, "körelmiş organlar" kavramıdır. Ancak bir kısım yerli evrimciler, "körelmiş organlar"ı hala evrimin büyük bir delili sanmakta ve öyle göstermeye çalışmaktadırlar.

Körelmiş organlar iddiası bundan bir asır kadar önce ortaya atılmıştı. İddiaya göre, canlıların bedenlerinde atalarından kendilerine miras kalmış, ancak kullanılmadıkları için zamanla körelmiş işlevsiz organlar yer alıyordu.

Bu kesinlikle bilimsel bir iddia değildi, çünkü bilgi eksikliğine dayanıyordu. "İşlevsiz organlar", aslında "işlevi tespit edilememiş" organlardı. Bunun en iyi göstergesi de, evrimciler tarafından sayılan uzun "körelmiş organlar" listesinin giderek küçülmesi oldu. Kendisi de bir evrimci olan S. R. Scadding Evolutionary Theory (Evrimsel Teori) dergisinde yazdığı "Körelmiş Organlar Evrime Delil Oluşturur mu?" başlıklı makalesinde bu gerçeği şöyle kabul eder:

(Biyoloji hakkındaki) bilgimiz arttıkça, körelmiş organlar listesi de giderek küçüldü... Bir organın işlevsiz olduğunu tespit etmek mümkün olmadığına ve zaten körelmiş organlar iddiası bilimsel bir özellik taşımadığına göre, "körelmiş organlar"ın evrim teorisi lehinde herhangi bir kanıt oluşturamayacağı sonucuna varıyorum.(1)

Alman anatomist R. Wiedersheim tarafından 1895 yılında ortaya atılan "körelmiş insan organları" listesi, appendiks, kuyruk sokumu kemiği gibi yaklaşık 100 organı içeriyordu. (Appendiks toplumda 'apandisit' olarak bilinen organdır. Yanlış kullanım sonucu dilimizde bu organı tanımlamak için kullanılan 'apandisit' gerçekte bu organın enfeksiyona uğramasına verilen addır.) Ancak bilim ilerledikçe, Wiedersheim'ın listesindeki organların hepsinin vücutta çok önemli işlevlere sahip oldukları ortaya çıktı. Örneğin "körelmiş organ" sayılan appendiksin, gerçekte vücuda giren mikroplara karşı mücadele eden lenf sisteminin bir parçası olduğu belirlendi. Bu gerçek, 1997 tarihli bir tıp kaynağında şöyle belirtilir:

Aynı "körelmiş organlar" listesinde yer alan bademciklerin de boğazı, özellikle erişkin yaşlara kadar, enfeksiyonlara karşı korumada önemli rol oynadığı keşfedildi. Omuriliğin sonunu oluşturan kuyruk sokumunun ise, leğen kemiğinin çevresindeki kemiklere destek sağladığı, bu nedenle, kuyruk sokumu kemiği olmadan rahatça oturabilmenin mümkün olmadığı anlaşıldı. Ayrıca bu kemiğin pelvis bölgesindeki organların ve buradaki çeşitli kasların da tutunma noktası olduğu belirlendi.

İlerleyen yıllarda yine "körelmiş organlar"dan sayılan timüs bezinin T hücrelerini harekete geçirerek vücudun savunma sistemini aktif hale getirdiği; pineal bezin, lüteinik hormonu baskılayan melatonin gibi önemli hormonların üretilmesinden sorumlu olduğu keşfedildi. Tiroid bezinin bebeklerde ve çocuklarda dengeli bir vücut gelişimini sağladığı ve metabolizma ve vücut aktivitesinin düzenlenmesinde rol oynadığı saptandı. Pitüiter bezin de tiroid, böbrek üstü, üreme bezleri gibi birçok hormon bezinin doğru çalışmasını ve iskelet gelişimini kontrol ettiği ortaya çıktı.

Darwin tarafından "körelmiş organ" olarak nitelendirilen gözdeki yarım ay şeklindeki çıkıntının ise gözün temizlenmesi ve nemlendirilmesi işine yaradığı anlaşıldı.

Körelmiş organlar iddiasında evrimcilerin yaptıkları çok önemli bir de mantık hatası vardı. Bildiğimiz gibi evrimciler tarafından ortaya atılan iddia, canlılardaki körelmiş organların geçmişteki atalarından miras kaldığıydı. Oysa "körelmiş organ" olduğu söylenen bazı organlar, insanın atası olduğu iddia edilen canlılarda yoktur! Örneğin evrimciler tarafından insanın atası olduğu söylenen bazı maymunlarda appendiks bulunmaz. Körelmiş organlar tezine karşı çıkan biyolog H. Enoch bu mantık hatasını şöyle dile getirmektedir:

İnsanların appendiksi vardır. Ancak daha eski ataları olan alt maymunlarda appendiks bulunmaz. Sürpriz bir biçimde appendiks, daha alt yapılı memelilerde, örneğin opossumlarda tekrar belirir. Öyleyse evrim teorisi bunu nasıl açıklayabilir?(2)

Tüm bunların yanı sıra kullanılmayan bir organın zamanla körelerek yok olduğu gibi bir iddia kendi içinde mantıksal bir çelişki taşımaktadır. Bu çelişkiyi farkeden Darwin, "Türlerin Kökeni"nde şöyle bir itirafta bulunmuştur:

Bununla birlikte, arta kalan bir güçlük var. Bir organ artık kullanılmadığı için çok küçüldükten sonra, kendisinden ancak belli belirsiz bir iz kalıncaya dek nasıl küçülebiliyor; ve sonunda nasıl tümüyle ortadan kalkabiliyor. Bir organ bir kez görevsiz kaldıktan sonra, kullanılmamanın onu daha da etkileyebilmesi pek de olanaklı değildir. Burada benim veremeyeceğim ek bir açıklama gereklidir.(3)

Kısacası evrimciler tarafından ortaya atılan körelmiş organlar senaryosu hem kendi içinde mantık hataları içermektedir, hem de bilimsel olarak yanlıştır. İnsanlarda, sözde atalarından miras kalmış olan hiçbir körelmiş organ yoktur.

Cumartesi, Ocak 15, 2011

Geç yatanların IQ'su daha yüksek!

London School of Economics'in araştırması uyku ile zekâ arasında bağlantı kurdu. Sabah'taki habere göre, Satoshi Kanazawa ve ekibinin yaptığı araştırmaya göre, IQ'su yüksek olanlar geceleri daha aktif oluyor ve bununla bağlantılı olarak geç yatağa giriyorlar. Aksine zekâ düzeyi düşük olanlar ise erkenden yatakta olmayı tercih ediyor. Türk uzmanlar da araştırmanın ilginç sonuçlarını şöyle değerlendirdi:

Image

Dr. Sabri Derman (Amerikan Hastanesi Uyku Bozuklukları Uzmanı): İlginç bir araştırma! Yaratıcı insanların daha geç yatmaya ve geç kalkmaya eğilimli oldukları uzun zamandır biliniyor. Öte yandan genetik olarak ebeveynlerimizden bize özgü yatma/kalkma saatlerini ve uyku süremizi aldığımız da bilinen bir gerçek. Belki de yaratıcı insanlar o nedenle toplumda 09.00 - 18.00 iş saatlerine uyamıyorlar, rutin emekten çok zeka gerektiren, ama esnek mesaili işlere eğilimli oluyorlar.
Prof. Dr. Hakan Kaynak (Nörolog ve Uyku Bozuklukları Uzmanı): Geç uyuyanlar daha yaratıcı, daha sanatçı ruhlu insanlar oluyorlar, diğerleri daha üretken, iş yaşamlarında daha çalışkan oluyorlar. Birisinin kafası akşam daha iyi çalışıyor, diğerinin gündüz çalışır.

Prof. Dr. Firuz Çelikoğlu (Doktorlar Merkezi Uyku Bozuklukları Direktörü): Eğer az uyuyan bir kişi konsantre uykusunu kendisine göre organize ediyorsa, sağlıklı uyku alıyordur. Uykunun süresi çok uzunsa, buna hipersomnia deniyor ve bu uyku bozukluğunun bir parçasıdır, eğer böyle bir durum varsa zekâ düşüklükleri görülür.
Ferhat Çalapkulu (Türk Beyin Takımı Kaptanı): Geç yatmamın sebebi; düşünmek ve çalışmak için daha sessiz bir ortam olması. Ortalama 5 saat uyuyorum. Genellikle 02.00-03.00 sıralarında yatıyorum. IQ'su yüksek insanların da uykuya daha az vakit ayırıp beyinlerini gece çok kullandıklarını düşünüyorum.

Emrehan Halıcı (Türk Zekâ Vakfı Başkanı): IQ'su yüksek olan insanlar dışarıdan gelen olaylara daha duyarlı insanlardır. Okumayı, yazmayı, düşünmeyi seven insanlardır. Geceleri değerlendirir ve geç yatarlar. Bu doğru bir tespittir. Ben de geç yatanlardanım. Günde ortalama 5-6 saatten az uyumamaya çalışıyorum ama gece 02.00'den önce de yatamam. Otururum, çalışırım.

Smurfs (Small Men Under Red Flag)

Image

Mavi renkleriyle, bir insan eli boyundaki 'Şirinler'i hepimiz hatırlıyoruz. Peki Şirinler'in orjinal adı olan “Smurfs” kelimesinin “Small Men Under Red Flag” yani “kızıl bayrak altındaki küçük adamlar”, ya da “Small Men Under Red Father” yani “kızıl babanın önderliğindeki küçük adamlar” ibarelerinin kısaltması olduğunu biliyor musunuz?
İlk olarak Belçikalı karikatürist Peyo tarafından 1958'de çizgi roman olarak hayata başlayan Şirinler,1981'de çizgi film olarak televizyon dünyasına taşındı, 8 yılda 256 bölüm çekilen Şirinler'in, 80'lerde doğmuş kuşak arasında sıkı bir hayran kitlesi bulunuyor.
Şirinler, yeni bölümleri yapılmasa da hala tüm dünyada popülerliklerini koruyor. Uykucu, Sakar, Bilgin, Obur, Şakacı, Öfkeli… Her biri farklı özelliklere sahip 101 şirin, "Şirin Baba" önderliğinde ormandaki yaşamlarına 50 yıldır devam ediyor.

Şirinler çizgi filminin yaratıcısı Peyo, sosyalisttir. Şirinleri ortaya çıkardığı zaman iki kutuplu bir dünya vardı. Bir tarafta ABD diğer tarafta SSCB. Sosyalist olan Peyo, yaptığı çizgi filmle bir mesaj vermek ve emperyalist Amerika'ya karsı bu yolla propaganda yapmak istemiştir. Şirinler çizgi filminde , şirinler sosyalist olan SSCB'yi , Gargamel ise emperyalist olan ABD'yi temsil eder..

Şirin Komünizmi
Şirinlerle ilgili komünizm iddialarının odaklandığı noktaların başında mavi küçük yaratıkların para kullanmaması ve kapalı bir pazarda herkesin eşit şekilde yaşaması gösteriliyor. Bütün şirinler sadece kendi görevlerini yapıyorlar ve durumlarını değiştirmek için çalışmıyorlar. Herkes büyük ölçüde (Huysuz ve Gözlüklü hariç) toplumla uyumlu şekilde yaşıyor. Şirin köyünde ekonomik sınıflar bulunmuyor. Ticari ilişkiler yerine karşılıklı değiş tokuş var. Kapital yok, varsa da ortaklaşa kullanılan bir kapital. Şirin çileği tarlaları herhangi birisine ait değil, herkesin kullanımına açık.
Ayrıca kırsal bir topluluk olmasına rağmen Şirinler köyünde hiçbir ibadethane ve din görevlisi bulunmuyor.

Ah Kötüler, Vah Kötüler…
Şirinler dünyasının en kötüsü tabii ki pek çoğumuzun açgözlülüğü, kabalığı, hilekarlığı ve kurnazlığıyla tanıdığı büyücü Gargamel. Şirinler komünizmi teorisine göre Gargamel kapitalizmi temsil ediyor. Şirin köyünü yok etmek ve Şirinleri yemek istiyor. Bu savı savunanlar çizgi dizinin ABD ile Sovyetler Birliği arasındaki soğuk savaşın en yoğun olduğu dönemin etkilerini taşıdığını söylüyorlar. Para ve altın düşkünlüğü bulunan Gargamel’in bazı zamanlar Şirinleri yemenin yanı sıra altına dönüştürme çabası içine girdiğini de hatırlamakta fayda var. Ayrıca Gargamel’in giydiği papaz giysisi nedeniyle dini temsil ettiğini düşünenler de mevcut.

İddialara göre Gargamel’in kedisi Azman (İngilizcesi Azrael) büyük emperyal güçlerin yanında ve hizmetindeki daha güçsüz ülkeleri temsil ediyor. Azman’ın sürekli olarak Gargamel’in “başarılarından” pay kapmaya çalıştığını hatırlatmak isteriz.

KOMÜNİST YAŞAMDAN KESİTLER

ABD’de uzun yıllar bu gerekçeyle yasaklanan Şirinler’in komünist yaşamına ilişkin ipuçları şöyle:
» Şirinler’de para olmadan komünal bir yaşam sürülüyor. Şirinler köyünde para kullanılmaz, ama herkes kendine gerekli olan şeyleri bedava edinir.
» Tembel Şirin bile hiç bir iş yapmadığı halde bütün şirinlerle aynı standartlarda yaşamaktadır. Bu da 'tembellik hakkını' ifade eder.
» Şirin Baba, Karl Marx’a benziyor ve kızıl şapka giyiyor.
» Herkes kendi işini yapıyor ve çok mutlu.
» Şirinler köyünde bir tek bile ibadethane bulunmaz... Ne kilise, ne havra, ne de camii...
» Şirin çileği tarlaları sadece bir şirine ait değildir, bütün şirinler bu tarlada hak sahibidir.
» Şirinler'in düşmanı Gargamel papaz cübbesi giyer ve dini sembolize eder. Gargamel, kapitalizmin simgesi olan altın ve para düşkünüdür ve Şirinler’i sürekli yemek ister. Bu isteği de misyonerliği ifade eder.
» Gargamel'in kedisi ise ABD'nin peşinden ayrılmayan küçük ülkeleri sembolize eder... Türkçe çevirisinde Azman adındaki bu kedinin asıl orjinalindeki adı 'Azrail'dir.
» Şirinler'in ingilizce yazılımı Smurf'tur, bu da "small men under red flag" yani 'kızıl bayrak altında yaşayan küçük adamlar'ın baş harflerinden oluşur.
Aynı şekilde Smurf; “socialist men under red flas” yani "kırmızı bayrak altındaki sosyalist adamlar" diye de bilinir.
» Şirinler'in her birinin temsil ettiği çok farklı unsurlar vardır. Örneğin; 'Şirine' feminizmi, 'Süslü' eşcinselliği, 'Güçlü Şirin' maço erkeği temsil eder.
» Şirinler çizgi filminin yaratıcısı Peyo, bir komünistti… Bir Bir tarafta ABD diğer tarafta SSCB'nin olduğu iki kutuplu dünyada Şirinler'i ortaya çıkardı. Peyo, çizgi filmle bir mesaj vermek ve emperyalist Amerika’ya karşı bu yolla ideolojik mücadele yapmak istedi...

Pazar, Ocak 09, 2011

İlaç Terörü / Zahide UÇAR

http://img717.imageshack.us/img717/6568/s2illustrationlg6.pngRTÜK yasası meclisten geçti. Başbakana yayın durdurma yetkisi de veren yasanın bir maddesi reçetesiz ilaçların reklamının yapılmasına izin veriyor.

Her gün, her an bir rezalet yaşıyoruz. Biri tartışılmadan ötekine koşuluyor. Nereye, neye el atsalar önce değersizleştirip sonra kurutuyorlar.

İlaç konusu ülkemizin kangren olmuş bir sorunudur. Aslında insanlığın ortak bir sorunudur. Silah tüccarları ilacı da üretiyor. Savaş çıkartarak çok para kazanmayı keşfettikleri gibi, ilaç satarak da çok para kazanıldığını tespit ettiler. İlaç üreten küresel tröstler, tedavi etmek yerine sağlıklı insanlara da ilaç satmanın yolunu buldular.

Şimdi reçetesiz ilaçların reklamı yapılacak. Yani, sağlam insana ilaç satılacak. Bunlar da genelde vitamin ve ağrı kesiciler olacaktır!

Bir eczacı arkadaşım bana şöyle dedi: “On yıldır eczacılık yapıyorum, ilaç kullanıp tedavi olan görmedim. Bir ilaç ile başlıyor hasta, o ilaç bir yerini bozuyor, ikinci ilaç ilave ediliyor. Sonra üç, dört, beş diye devam ediyor.” Düşündürücü değil mi?

Avrupa’da doktorlar kolay kolay antibiyotik yazmaz. Türklere antibiyotik fayda etmiyor, çünkü avuç avuç antibiyotik içiyorlar diye alay konusu oluyoruz. Bebeklere antibiyotiği yüklüyorlar. Küçücük çocuklar diyalize giriyor. Sebebini arayan yok. Türkiye’de insanın ne değeri var ki sebep aransın? Paradan başka değer kaldı mı?

2009 yılında 15 milyar dolarlık ilaç tüketmişiz. Yerli ilaç firmamız kalmadı sayılır. Aşı bile üretmiyoruz. Yani bir ambargo konsa hem açız, hem ilaçsız. 15 milyar doları küresel sermayenin kirli paralarına ekledik. Sağlıksız bir toplum olarak çalışma verimimiz düşüyor. Alzheimer neden bu kadar yaygınlaştı sorgulayan var mı?

Üniversitelerimiz, doktorlarımız; neden ABD’nin dayattığı tıp yöntemlerini sorgulamıyorsunuz. ABD’de aldığınız eğitime dayanarak bu millete yıllarca trans yağları yedirdiniz. O güzelim zeytinyağını, tereyağını yasakladınız. Meyvenin bu kadar bol olduğu bir ülkede insanlara vitaminleri dayattınız, çünkü bu yöntemi öğrettiler. Oysa bilim adamı olmanın ön koşulu şüpheci olmaktır, kabulcü olmak değil!!

Genetiği değiştirilmiş organizmalar(GDO), diğer adıyla “Frankeştayn” yiyecekler... İnsan bedeni toprağa uyumludur. GDO’yu tanımıyor. Ve çocuklarda tanımlanamayan hastalıklar ortaya çıkmaya başladı.

Sevgili doktorlarımız, millete içirdiğiniz vitaminler ne? GDO’DAN ÜRETİLMİYOR MU? Aspirin, yani en masum olanı… Söğüt ağacından üretiliyordu ya? Artık değil. Söğüt ağacı azaldı, aspirin de değişime uğradı. Sizler bol bol aspirin yazıyorsunuz. Bu ülke narenciye cenneti ama sizler hala c vitamini yazmaya devam ediyorsunuz.

Değerli okur, sizler genelde sadece İslami tarikatları biliyorsunuz değil mi? Oysa ülkede Amerikalı, İngiliz ve az da olsa başka ülkelerin mistik(!) öğretmenleri cirit atıyor. Ruhsal gelişim, aydınlanma adı altında “bir ton para karşılığı” kendini toplumun elit kesimi olarak gören kişilere eğitim(!) veriyor. Hepsi de 2012 yılında büyük değişim olacak diyor. Yeni nesil çocukların indigo ve kristal çocuklar olarak dünyaya geldiğini ve kurtuluşun onlarda olacağına inanıyorlar. İnsan DNA’sının 2 sarmaldan 12 sarmala yükseleceği, İndigo ve kristal çocukların DNA sarmalının 12 olduğu anlatılıyor. 10 yaşın altındaki çocukların %90’ı indigo veya kristal çocuk diye söyleniyor. Bu kurslarda ses, renk ve koku faktörü kullanılıyor. Yani konuyu bilenlere göre zihin kontrolü yapılıyor. 2012 yılından sonra DNA’sı 2 sarmallı insan kalmayacak, 12 sarmallı, tek auralı “birlik bilinci” içinde bir toplum oluşturulacak” diye inanılıyor. Yani; insan ırkı “de-ğiş-ti-ri-li-yor!!!..”

Birlik içinde bir toplum(!!) size neyi çağrıştırıyor? “Tek dünya düzeni devleti”ni hatırlatmıyor mu?

Amerikalı ve İngiliz öğretmenler Türkleri niye buna inandırıyor dersiniz? Bizi pek çok mu seviyorlar(!)? Öyle olmalı değil mi(!)? Öyle olmasa Kayseri’den Konya’ya konsolosluk açarlar mıydı hiç(!)? Türkiye hazır çadır devletine dönmüşken, devleti sahiplenen de kalmamışken, gönüllerince at koşturmanın vaktidir!!.

Sadece mallarımıza el konmadı bizim. Hedef tahtasına konan sadece Atatürk, asker ve ulusalcılar-milliyetçiler değildi. Beyinlerimiz hedefte, beyinlerimiz!!. Hipnoz ediyorlar, değiştiriyorlar, dönüştürüyorlar ve bu konularda insanlarımızı bilgilendirecek devlet görevlileri yok!! Yoook!! Vergilerimizle üstümüze basa basa zıkkımlanıyor onlar.

Hükümet edenler mi? Onlar “Amerikan Kondu Partisi” olduğu için, kendileri adına ABD’nin karanlık prensleri düşünüyor. Onlar ABD’nin uzaktan kumandalı sis bombaları, ülkenin bölünmez bütünlüğüne konan C4’dür. Oradan tak, bunlar şak. Oradan düğmeye basılıyor, burada bunlar bazen göz yaşartıcı bomba, bazen biber gazı, bazen C4 olarak üzerimize patlıyor. Alet utanmaz, bunlar da utanmıyor. Aletin merhameti olmaz, bunların da yok. Bıçak bir alettir, güzel ellerde güzel yemeklere alet olur. Bir canavarın elinde ise cinayet aleti. Ve bunlar şimdi luciferin piçlerinin elindeki bir alet olarak görev yapıyor. GDO’ya izin vererek, ilaç reklamına onay vererek bunu bir kere daha teyit ettiler zaten. İlaç ve gıdaya hükmeden küresel şebeke şeytana tapar.

Kur’an bu konuları açıklıyor ama bizim ruhban sınıfı milleti cehenneme atmakla meşgul olduğu için bu konulara eğilemiyor. Ya da kadının bel altına kafaları sıkıştığı için Kur’an-ı Kerimin yaptığı bu muhteşem uyarıyı okuyamıyorlar, yazık!!.

Nisa Suresi 119. Ayet: ”Elbette onları saptıracağım, onları boş heveslerde(bedensellikte) boğacağım; onlara emredeceğim de en’amın (kendilerinden kurban olan davarların) kulaklarını kesecekler ve dahi onlara emredeceğim, Allah’ın yarattığını değiştirecekler.” Kim Allah’ı bırakır da şeytanı(bedensel dürtülerini) yönetici edinirse, gerçekten o apaçık bir hüsrana uğramıştır.

Nisa Suresi 120.Ayet: Onlara vaatlerde bulunur ve onlara umut verip sonu boş çıkacak arzular peşinde koşturur. (Oysa) şeytan aldanıştan başka bir şey vaat etmemektedir.

Bakara Suresi 205. Ayet: O dönüp gittiği zaman arzda fesat çıkarmaya, insanın ürününü ve neslini mahvetmeye koşar. Allah fesadı sevmez.

Bu ayetler çok açık bilgi veriyor. “Hayvanların kulaklarını yaracaklar” ifadesinin ne anlama geldiğini bir doktor arkadaş anlattı. Genetik araştırmalarda ve mutasyonları takip etmek için yapılan deneylerde gerekli olan doku, hayvanlardan, kulakları yarılarak veya enjektörle alınıyormuş. Bu ayetlerden anladığımıza göre transgenik (GDO) teknolojisi şeytani özellikler taşıyor. Bu yasayı serbest bırakanlar ise şeytanın ahdine yardımcı olmuş oluyor. Sahi, diyanet GDO’ya helal fetvası vermişti değil mi(!)? Onlar bu ayetleri bilmiyor mu? Bilmez olurlar mı? Ne de olsa 3 bakanlık bütçesine eşit bütçeleri var. Bilirler ama bu bütçe de adamı unutkan yapabilir ne de olsa. Siz Kuran-ı Kerim’in Türkçe olarak öğrenilmesini niye istemiyorlar sanıyorsunuz? O zaman Yasin satabilirler mi? Hatim duası satabilirler mi? Herhalde Allah’ı Türkçe bilmiyor diye düşünmüyorlardır(!).. “Kur’an-ı Kerim-i anlayasınız diye Arapça indirdim” dediğine göre, Kur’an başka bir millete inseydi o milletin dilinde geleceğini de bilirler ama işlerine gelmez.

Kısacası; bu ayetlere göre “insanın ürününü ve neslini mahvetmek için” yasa çıkaranlar deccalın ortaklarıdır. Deccal kötüyü iyi, iyiyi kötü gösterir. Televizyonlardan bütün rezillikleri iyi diye kim pazarlıyor? Ya bunlara destek verenler? Bilmiyorduk deme şansları var mı? Allah buluğa eren her insanı sorumlu tutmuyor mu? Kur’an “hiç akıl etmez misiniz” diyerek aklı kullanmaya zorlamıyor mu?

AKP benim için parti bile değil de, geçmiştekiler de masum sayılmaz. 2000 yılında ABD’ye gittiğimde bir profesör “biz tarım ilacı ve gübreyi ilk önce Türkiye gibi ülkelerde deniyoruz. Sonuca göre ülkemizde kullanıyoruz” dedi.

Düşünün, adamlara ülkeyi yönet diyorsun. Avrupa ülkelerinde bile olmayan lüks imkanlar sunuyorsun. Onlar ne yapıyor? Kanına ekmek doğruyor. AKP’ye alt yapıyı ve arka bahçe insan kaynağını geçmiş iktidarlar ve Kenan Evren gibi “bizim oğlanlar” sunmadı mı?. Bu ülke ve ülke insanı ihanet hançeri ile binlerce defa hançerlenmiştir. Emaneti teslim ettiklerimiz emanete hıyanet etmiştir.

Bir televizyon programında anlatıyor. Kilo yapan gıdaları tespit etmek için “york testi" denen bir test yapılıyormuş. Bu çok pahalı yapılan test ikinci defa tekrarlanıyor ama alınan kan örnekleri İngiltere’ye gönderiliyormuş. Eee, salaklık para ile değil ki, bedava. Bir zamanın safları da Babuna’ya takılıp kanlarını ABD’ye göndermişti. Zamanın Sağlık Bakanı Osman Durmuş karşı çıkınca da zalim ilan edilmişti ama olay anlaşılınca da iş işten çoktan geçmişti. Genetik şifrelerini kendi elleri ile teslim etmişlerdi bir kere. Artık vatandaşa sahip çıkan zaten yok. Saldım çayıraaa, mevlam kayıra. Nasıl olsa ülke yönetmenin ölçütü “3 koyun güdebilmekle” eşitlendi. Yani adam diyor ki; “ülke koyun dolu, önce bunu bileceksin, sonra gütmeyi öğreneceksin, tıpkı benim gibi.” Ülkede ne kadar mazoşist var ki, hakaret edildikçe gidip hakaret edene oy veriyor.

Sırtımızdaki bu çirkef yükü atmanın tek yolu, eşek olmaktan kurtulmaktır!!..

MUHALEFET PARTİLERİNE

Bu taşeron partinin binlerce rezilliğine rağmen hala umut olamamışsanız, gidin!!. Lütfen gidin!!. Hangi cehenneme gitmek istiyorsanız oraya gidin! Ne çıkan yasaları anlatıyorsunuz, ne de doğru düzgün muhalefet yapıyorsunuz. Katilleri sokağa salma operasyonu yapılırken eski YARSAV Başkanı Ömer Faruk Eminağaoğlu’nun anlattığına göre hiçbir tepkiniz olmamış. Şimdi kalkmış tribüne oynuyorsunuz. Basın yer vermiyor falan demeyin. Sizler birçok konuyu hala diretebilen birkaç basın mensubundan öğreniyorsunuz. Yani geriden geliyorsunuz. Ayrıca nasıl muhalefet yapılır, üç kağıtlar nasıl suratlarına çarpılır, gidip Kamer Genç’ten öğrenin. O tek başına başarıyor.

NAMUSLU NAMUSSUZLAR…

Şener Şen’in başrolünü oynadığı film artık gerçek oldu. Vergisini, üstelik delidumrul vergisini zamanında ödeyen, ülkesini seven, değerlerine sahip çıkan ne kadar namuslu vatandaş varsa “namuslu namussuz” durumuna düştü. Bence hepsi dilekçe verip hapse girmek istediğini belirtsin. Nedenini de şöyle yazsın: Çalan, devlete baş kaldıran, asker-polis-sivil-bebek öldüren, yetim hakkı yiyen, tecavüz eden, cinayet işleyen bilumum zevat iktidarınız sayesinde NAMUSSUZ Namuslu olarak sokağa bırakılmıştır. Kimseyi öldürmediğim, gasp yapmadığım, tecavüz etmediğim, devlet malını çalmadığım, vatana ihanet etmediğim, vergilerimi günü gününe ödediğim için “Namuslu Namussuz”luk suçunu işlemiş bulunmaktayım. Kendimi ihbar ediyorum. Lütfen beni tutuklayın. Yoksa bu kadar KERİZ olduğum için kendi cezamı kendim vermek zorunda kalacağım.

Kaygılarımla.

İsim: Vatandaş Namuslu Namussuz.
Adres:Türkiye Açıkhava tımarhanesi


ABD ülkelere Basın ve Eğitim yoluyla ‘sızar’

ABD ülkelere Basın ve Eğitim yoluyla ‘sızar’
SIZMA OPERASYONU VE ‘KÜLTÜREL İĞDİŞ’…
1947’de yapılan Türkiye -ABD yardım anlaşmasının bir maddesi de, ‘Türk basınında sürekli Amerikan propagandası’ yapılma şartıydı.
Amerikan Büyükelçiliği AFS ve Fulbright bursları veriyor, gençler sıraya giriyordu..
O yıllarda yüzlerce barış gönüllüsü Türkiye’yi harmanlıyordu..
Doğu mitingleri hazırlık aşamasındaydı…
ABD Türkiye’nin etnik haritasını bir kez daha incelemeye alıyordu..
112 adet NATO haberalma tesisi Türkiye’de kuruluyordu.
Kıbrıs’da katliam vardı..
Amerikalı ‘uzmanlar’ her yandaydı…..
1975’de Richard Podol adlı ABD görevlisi PODOL RAPORU’nda şu satırlara yer veriyordu:
“Yirmi yıldan fazla bir zamandır Türkiye’de faaliyette bulunan Amerikan yardım programı bir zamandan beri meyvelerini vermeye başlamıştır. Önemli mevkilerde Amerikan eğitimi görmüş bir Türk’ün bulunmadığı bir Bakanlık ya da bir İktisadi Kamu Kuruluşu hemen hemen kalmamıştır. Bu kimseler halen bulundukları örgütte ‘ilerici güç’ niteliğini taşımaktadır.”
Bir yandan ülke yönetim kademelerinde ‘Amerikanlaşma’ çalışmaları yürütülürken, diğer yandan tüm topluma kültürel sızma çalışmaları yapılıyordu:
‘Büyük şehirlerde gençler, PX Amerikan mağazalarından bluejean almak için sıradaydı. Clint Eastwood’un ‘Birkaç Dolar İçin’ filminden sonra, ‘bir kısım’ gençler mahmuzlu çizme ve kovboy pançosu bulma derdine düşmüştü. Kadiköy Cep sinemasında Animals grubunun parçalarını dinleyen salon, film boyunca dans etmişti.. ‘Michele Ma belle’ ya da ‘All hung up in your green eyes’ tınılarını bilenle bilmeyen bir olur muydu?! ..
Aynı yıllarda Türk halkının yüzde 80’i Bangladeş fukaralığına eş bir durumda yaşıyordu..’
‘Gimme some Lovin,’
Bu satırları, bir zaman önce Hürriyet gazetesinde bir köşe yazarını okurken yazmıştım.
Yazar, Şakir Eczacıbaşı’nın ölümü üzerine kaleme aldığı köşe yazısında, İstanbul sanat Kültür vakfı’nın faaliyetlerinin onu nasıl başkalaştırdığını anlatmış, ‘yabancı sanatçılardan habersiz yaşarken’ nasıl bir ‘kültür’ zenginliğinin içine düştüğünü uzun uzun anlatmıştı. Artık batının tüm caz sanatçılarını, tanıyor, Tepebaşındaki Amerikan konsolosluğu aracılığıyla tüm trendleri takip ediyordu. Bunları İstanbul festivaline borçluydu!
Bu yıl İstanbul festivali kapsamında Eric Clapton, ve Steve Winwood konserine giden gazeteci Ertuğrul Özkök de kültür kökleri ile ilgili şu satırları yazmıştı:
‘20 yaşımdayken Ankara sokaklarında beni avaz avaz ‘Gimme some lovin’ diye bağırtan adam!… O gece benim ‘an’ımdı.. …63 yaşıma iyi geldi,.’
Ne Ankara’da ‘gimme some lovin,’ diye bağıran Özkök’ün , ne İstanbul’un uzak semtlerinde ‘yello submarin’ diye mırıldanan gençlerin, aynı yıllarda uygulamaya konan Richard Bissel raporundan haberleri yoktu!
Bissel, CIA’ nin Gizli hizmetler Direktörüydü. 1968 de yazdığı gizli raporda, toplumlara ‘sızma’ tekniğinden sözediyordu. Rapora göre, hedef ülkelerde,
‘1) Hükümetlere siyasal tavsiye ve danışmanlık,
2) Tek tek şahıslarla temas, kişisel yardım uygulaması,
3) Siyasal partilere maddi ve teknik yardım,
4) İşçi sendikaları kooperativler ve özel örgütlenmeleri desteklemek,
5) Kişilerin özel olarak eğitilmesi,EĞİTİM TAKASLARI,
6) Ekonomik operasyonlar,
7) Gizli propaganda,
8) Bir rejimi desteklemek ya da devirmek için askeri ya da siyasal operasyonlar’ yapılacaktı.
Bissel raporunda yeralan aşamalar, Türkiye’de yıllardır adım adım uygulanmıştır. Toplumlara çeşitli yollarla SIZILMAKTADIR. ‘Sızma tekniği’ , Oltadaki Balık Türkiye (M. Emin Değer) adlı kitapta şöyle özetlenir:
‘Tıb dilinde ‘infiltrasyon/Sızma’, bir mikrobun ya da kanser hücresinin, vücudun en yaşamsal bölgesinin tüm hücrelerine girmesini, mikrobun bünyenin her tarafına yayılmasını gösterir.. İşte Amerika’nın uyguladığı yöntem de budur!’
Amerikalı sosyologlar bu yöntemi ‘Görünmez faktör’ olarak tanımlarlar. Görünmez faktör, ‘kontrol mekanizmalarının toplamı’dır. ve ‘Görünmezlik, zihinlerin sömürgeleştirilmesi yoluyla başarılmaktadır.’
Bu yolda en etkili araç ‘eğitimin ele geçirilmesi’dir.
‘İdeolojik taarruz’
Amerikalı uzman Max Von Thornburg, 1947 Ekim ayında The Fortune dergisindeki ‘Türkiye’ye niçin yardım etmeli?’ baslıklı raporunda ‘İdeolojik taarruzun Amerikan Ulusal Güvenlik Stratejisi için, atom bombası kadar önemli olduğunun’ altını çizmiştir.
‘Yalnız sermayemizi değil, hizmetlerimizi, geleneklerimizi, kültürümüzü ve ideallerimizi de Türkiye’ye konuşlandıracağız!’ demiştir.

İşte bu nedenle, ekonomik yardımı, eğitim/kültür anlaşmaları takip etmiştir. Ülkenin ‘aydın adayları’nın beynini ‘iğdiş’ etme operasyonudur bu!
Toplumun en üst düzeyinde yeralan elitler ya batıda eğitim almışlar ya batının misyoner şubeleri olan kolejlerde eğitilmişlerdir.
Tümü bir iki yabancı dile vakıftırlar ve tüm yaşam biçimleri Batı tarafından şekillendirilmiştir..


Banu Avar

Cumartesi, Ocak 08, 2011

ABD muhipleri, Banu AVAR’dan neden korkuyor? / Arslan BULUT

ABD muhipleri, Banu Avar’dan neden korkuyor?


Banu Avar, Türk televizyon tarihinin en kaliteli programlarını yapmış bir gazeteci! İşini iyi yapan her insan gibi onu da aşağı çekmeye çalıştılar ve işini yapmasını engellediler. O da bu durum karşısında yurt çapında konferanslar vererek bilgilerini halka anlatıyor.
Son konferansı Karabük’teydi. Konuşmasında, Türk ABD ilişkilerinde eğitim anlaşmalarına değindi ve 60 yıllık süreç içinde, Amerikalı uzmanların kendi sözleriyle çeşitli ülkelerde eğitimi ABD çıkarları doğrultusunda nasıl yönlendirdiklerini anlattı. 1975 yılında Amerikalı uzman Richard Podol’un yazdığı Türkiye raporunu gündeme getirdi. Podol, amirlerine “Önemli mevkilerde Amerikan eğitimi görmüş bir Türk’ün bulunmadığı bir Bakanlık ya da bir İktisadi Kamu Kuruluşu hemen hemen kalmamıştır” diyordu.
Banu Avar ayrıca Amerikan Büyükelçiliği İnternet sitesinden aldığı bir bilgiyi paylaştı ve 37 üniversiteye 54 Amerikalı okutman yerleştirildiğini anlattı.
Derken Karabük’e atanmış Amerikan muhipleri tarafından “Banu Avar, İngilizce öğretmenlerimize ajan dedi!”  diye bir yaygara koparıldı. Olay ulusal basına bu şekilde yansıtıldı. Halbuki, Avar  “ajan” kelimesini kullanmamıştı. Bana göre öğretmenler Amerikan Dışişleri Bakanlığı Eğitim Dairesi güdümlü olarak çalışan Fullbright Komisyonu tarafından tespit edilerek gönderildiğine göre Türkiye’de kendi adlarına değil Amerikan devleti adına çalışıyor.

***
Ayrıca bakın üniversitelerde ne gibi faaliyetlerde bulunuyorlar:
İşte Karabük Üniversitesi’nden bir öğrenci mektubu:
“İngilizce dersimize giren Hayfa Aboukier, bu zamana kadar hiç anlam veremediğim bir oyun oynattı bize.. Bize sorular yönelteceğini söyledi, katılanlar, yani evet diyenler sınıfın sol tarafına geçecekti, katılmayanlar ise sınıfın sağ tarafına.
-Türkiye’yi seviyor musunuz?
-Türkiye de yaşamak istiyor musunuz?
gibi sorular sordu ve öğrencilerin sınıfta koşuşturmalarını seyretti. İngilizce öğretmenliği bu tür testlerle mi yapılıyor? Bilgilerinize.” 

Cuma, Ocak 07, 2011

Banu AVAR'ın deşifre ettiği Fulbright'ın etki ajanları

NE OLDU SİZE; RAHATSIZLANDINIZ!!!

İşte bugün şaşırdık. Zira yazılı ve görsel tüm yayın organları ile Banu AVAR'a amborgo uygulayan Doğan Medya Grubu, Amerikalıların gidişine bayağı üzülmüş olacak ki, birkaç saat önce bu ayrılığın haberini internet sayfalarında manşetten duyurdu.

Image resized to : 55 % of its original size [ 908 x 661 ]
Resim



GÜNAYDIN!

Amerika'nın Sesi radyosu (Voice of America), Milliyet Sabah gibi gazeteler ve ABD büyükelçiliği sitesinde çıkan haberler, Amerikalı 'görevlilerin' geldiği geleceği, fazlalaşacağı müjdesini uzun zaman önce vermişti.

Onlar 60 yıldır zaten içtiğimiz sudaydı, ekmeğimizde, tütünümüzde, pamuğumuzdalardı. Telefonumuzun ahizesinde, petrolümüzde, borumuzda, demir çeliğimizdeler!

Ya pek saf ya da toptan kasıtlı olmalılar... Birileri hâlâ Amerikalıların Türklere pek düşkün oldukları için mi Türkiye'nin dört bir yanında taze beyinlere 'eğitmenlik' yaptığını düşünüyorlar? 60 yıldır eğitim sistemimizin kılcal damarlarındalar!

Türklere olan sevdaları nedeniyle mi, Adalet bakanlığı'nda 'danışman' oluyor ve tüm adalet sistemimizle oynuyor Amerikalı memurlar..?

Türklere olan büyük aşklarından mı tüm medyada aktif görev almaları, kimliksizleştirme ve kültürsüzleştirme ve hatta dinsizleştirme çabaları?

Bırakalım tahmin yürütmeyi. Amerikalılar uzun yıllar önce neyi hedeflediklerini anlatmışlardı:

'Batılı sosyal bilimciler ve istihbarat kuruluşları, uzum zamandır Türkiye üzerine yoğunlaşmışlardır. Türkiye, BATILI KALIPTA 'Geliştirme' teknikleri sınanacak canlı bir laboratuardır.!' (Christopher Simpson: Üniversiteler, Amerikan İmparatorluğu ve Soğuk savaş Döneminde Para ve Siyaset- Oltada balık Türkiye Emin Değer)

Ve bir açıklama daha!

1975 yılı. Richard PODOL AID (Uluslararası Kalkındırma Örgütü) uzmanı.. Amirlerine yolladığı Türkiye raporunda bakın neler diyor:

“Yirmi yıldan fazla bir zamandır Türkiye’de faaliyette bulunan Amerikan yardım programı bir zamandan beri meyvelerini vermeye başlamıştır. Önemli mevkilerde Amerikan eğitimi görmüş bir Türk’ün bulunmadığı bir Bakanlık ya da bir İktisadi Kamu Kuruluşu hemen hemen kalmamıştır. Bu kimseler halen bulundukları örgütte ‘ilerici güç’ niteliğini taşımaktadır. Genel müdür ve müsteşarlık mevkilerinden daha büyük görevlere kısa zamanda geçmeleri beklenir. AID bütün gayretleri bu gruba yöneltilmelidir.

Geniş ölçüde Türk idarecilerini indoktrine etmek gerekir. Burada özellikle orta kademe yöneticiler üzerinde durmak yerindedir. Amaç, bunlara yeni davranışlar kazandırmaktır. Bu grubun yakın gelecekte yüksek sorumluluklar mevkilerine geçecekleri düşünülürse, bütün gayretlerin bu kimseler üzerinde toplanması mantık açısından doğrudur.”

Üniversiteler, ilk öğretim ve hatta anaokulları bugün Sivil Örümceğin ağındadır...

Günaydın!








Banu AVAR'ın deşifre ettiği Fulbright'ın etki ajanları

Geride bıraktığımız 2010 yılının son haftasında Karabük'teydi Banu AVAR. Hem Karabük Üniversitesi'nde konuşacak hem de "Cumhuriyetin ilk demir çelik fabrikası, Atatürk’ün ilk gözağrısı" KARDEMİR'in işten atılan işçilerini ziyaret edecekti.

Karabük Üniversitesi'ndeki söyleşinin afişleri dahi basılmış olmasına karşın, yolda öğrendi söyleşinin yapılamayacağını. "Meğer aynı saatte Sigara ile Savaş Derneği toplantısı varmış..." Ama ne Karabüklüler yıldı, ne de her türlü sansüre, amborgaya rağmen halkı ile kucaklaşmaktan geri durmayan Banu AVAR. Konuşma Karabük Esnaf ve Kefalet Koop. Konferans Salonu'nda yapıldı.


Yerel bir haber sitesinden söyleşinin haberini okuyalım:



Gazeteci Yazar Banu Avar'dan korkunç iddia

Resim

Gazeteci-yazar Banu Avar, "37 üniversitemize 54 Amerikan istihbarat görevlisi geldi" dedi.


Avar, Karabük Esnaf Kefalet Kooperatifi Toplantı Salonunda yaptığı konuşmada, Karabük Üniversitesinde (KBÜ) panel vermek için buraya geldiğini ancak buna izin verilmediğini söyledi.

Amerika'nın Ankara Büyükelçiliğinden KBÜ'ye heyetler gönderildiğini ve konuşmalar yaptıklarını, kendisinin de bu nedenle buraya geldiğini anlatan Avar, şöyle dedi: "Bütün üniversitelere Amerikan heyetleri gidiyor. 54 tane Amerikan İstihbarat görevlisi Türkiye'ye getirildi. Bunlar çeşitli üniversitelere İngilizce öğretmeni kılığında sokuldu. Karabük Demir ve Çelik Fabrikaları (KARDEMİR) AŞ'de işçiler ayaklanınca buraya geldi Amerika'lılar. Burası Türkiye'nin en önemli yerlerinden biri. Böyle bölgelere daha da yoğunlaşıyorlar o yüzden üniversitelere gidip geliyorlar. Bende hemen arkasından bu nedenle üniversiteye gelmek istedim. Önce kabul edildi son anda iptal edildi. 2004-2008 yılları arasında özellikle Amerikan İstihbarat örgütlerinin ülkeleri nasıl çökerttiği ile ilgili 82 bölüm program yaptım. Engeller oldu yarısı sansürlenerek çıktı."

DÜN!

Bir başka yerel haber sitesinden öğreniyoruz ki, Banu AVAR'ın Karabük söyleşisi "dinamit" etkisi yaratmış. Kalemin kılıçtan keskin, sözün yumruktan ağır olduğu teyit ediliyordu bir kez daha.



TRT Program Yapımcısı, Gazeteci-Yazar Banu Avar geçtiğimiz günlerde Karabük’e geldi. Bir grup öğrencinin daveti üzerine kente gelen Avar adeta üniversiteye bomba koydu. Ülkenin en huzurlu üniversitelerinden biri olan Karabük Üniversitesinde o günden itibaren atmosfer bir anda gerildi. YÖK kanalıyla Karabük üniversitesine atanan iki Amerikalı öğretim görevlisi Rachel Smith ve Hayfa Aboukier baskılara dayanamayarak üniversiteden ayrıldı

Banu Avar ilk önce üniversiteden salon istedi. Ancak o gün üniversite salonunda “Sigaranın Zararları” konulu konferans olması nedeniyle bu talep kabul edilmedi. Banu Avar bu yanıtın üzerine bu kez üniversite yönetiminden bir derslik istedi ve öğrencilerle sohbet edeceğini ifade etti. Kendisine üniversitenin resmi bir kurum olduğu ve özel bir organizasyon için derslik tahsis edilemeyeceği belirtilince ise toplantısını Esnaf Kefalet Toplantı Salonunda yaptı. Banu Avar burada yaptığı konuşmada ülke genelinde ki 37 üniversite de CIA ajanları olduğunu iddia etti. Avar’ın bu iddiası üzerine gözler YÖK kanalıyla Karabük Üniversitesinde görevlendirilen iki Amerikalı öğretim görevlisi Rachel Smith ve Hayfa Aboukier’a çevrildi

Resim

Öğrenciler Protesto Etti

O günden sonra başta kendilerini milliyetçi öğrenciler olarak gören öğrenciler olmak üzere bir grup öğrenci Rachel Smith ve Hayfa Aboukier’ın derslerine girmezken, İngiliz öğretim görevlilerine ; “Siz ajansınız, sizi üniversitemizde ve ülkemizde görmek istemiyoruz ”şeklinde tepki göstermeye başladı

Yaşanan gelişmelerden son derece tedirgin olan iki öğretim görevlisi kampustan hatta odalarından çıkamaz duruma geldi. Psikolojilerinin bozulduğunu ve bu şartlarda görevlerine daha fazla devam edemeyeceğini belirten Smith ve Aboukier şimdilik hava değişimi için ülkelerine giderken önümüzde ki günlerde de tamamen üniversite ile diyaloglarını keseceklerini ifade etti

Resim

Rektör Prof UYSAL; “Hocaları YÖK Atıyor”

Yaşanan gelişmelerin kendilerini de çok üzdüğünü belirten Karabük Üniversitesi Rektörü Prof Dr Burhanettin Uysal, bir eğitim yuvası olan üniversitelerinin böylesine konularla yıpratılmasından ve gündeme getirilmesinden büyük üzüntü duyduklarını belirtirken; “Üniversitemiz birçok alanda İngilizce eğitim veriyor, bu yıl üç bin öğrencimiz İngilizce hazırlık okuyor, amacımız öğrencilerimize en iyi eğitimi vermek, onları uluslar arası şartlarda geleceğe hazırlamak, bizim üniversitemizde görev yapan yabancı öğretim görevlileri YÖK kanalıyla geliyor, devletimizin ilgili birimleri bu insanları ülkemize göreve kabul etmeden önce her türlü incelemeyi ve soruşturmayı yapıyor, üniversitemiz ve öğrencilerimizin eğitim seviyelerinin yükselmesine katkıda bulunan bu insanların gerçekleri yansıtmayan iddialarla hedef haline getirilmesi üzücü bir durum, ben tüm Karabük’ü ve öğrencilerimizin sağduyularına güveniyorum” dedi
 
Tepkilerini göstererek Amerikalıların geldikleri gibi gitmelerinde etkili olan Türk Gençligini tebrik ediyor, Fulbright'ın "hocalarına" acil şifalar diliyoruz.


VE BUGÜN!

İşte bugün şaşırdık. Zira yazılı ve görsel tüm yayın organları ile Banu AVAR'a amborgo uygulayan Doğan Medya Grubu, Amerikalıların gidişine bayağı üzülmüş olacak ki, birkaç saat önce bu ayrılığın haberini internet sayfalarında manşetten duyurdu.

Image resized to : 55 % of its original size [ 908 x 661 ]
Resim


ABD'li akademisyenler ajan iddiası üzerine şehri terk etti (Hürriyet)

Ajan sözü Amerikalı görevlileri rahatsız etti (Milliyet)

KARABÜK Üniversitesi’nde görevli Amerikalı okutmanlar Rachel Smith ve Hayfa Aboukier, ajan oldukları yönündeki söylentiler üzerine izin alarak tatile çıktı. Karabük Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Burhanettin Uysal, Amerikalı görevlilerin ajan olmasının söz konusu olmadığını söyledi.

Gazeteci-yazar Banu Avar, 24 Aralık’ta Karabük Esnaf Kefalet Odası’nın toplantı salonunda düzenlenen konferansta, "Buraya Amerikan Büyükelçiliği’nden heyetler gönderildiğini öğrendim. Karabük Üniversitesi’nde konuştuklarını öğrendim ve o nedenle gelmek istedim. Çünkü bütün üniversitelere şu anda Amerikan elçileri gidiyor. Ayrıca 37 üniversiteye görev yapmak üzere 54 Amerikan istihbarat görevlisi Türkiye’ye getirildi ve bunlar İngilizce öğretmeni kılığında çeşitli üniversitelere sokuldu. Bunlar çeşitli işler çeviriyorlar. Onun dışında Kardemir işçileri gak dediği zaman buraya Amerikan elçileri geldi. Çünkü burası Türkiye’nin en önemli yerlerinden biri. Tıpkı İsdemir ve Ereğli gibi. Böyle hassas bölgelere daha da yoğunlaşıyorlar. Onun içinde devamlı üniversitelere gelip gidiyorlar. Bende bu nedenle üniversiteye gelmeyi istedim" dedi.

İddiaya göre, Banu Avar’ın açıklamalarının ardından bazı öğrenciler, Yükseköğretim Kurulu Başkanlığı’nın finanse ettiği Fulbright İngilizce Öğreten Asistanlar Programı’nın katılımcılarından olan Rachel Smith ve Hayfa Aboukier’in, Karabük Üniversitesi’nde verdikleri İngilizce derslerine girmemeye başladı. İki Amerikalı öğretim asistanı haklarında çıkan ’Ajan’ suçlamalarından rahatsızlık duyarak, geçtiğimiz hafta bağlı bulundukları Fulbrıght’dan izin aldılar. Amerikalı öğretim asistanlarının Kıbrıs’a tatile gittikleri öğrenildi.

Yaşanan gelişmelerin kendilerini çok üzdüğünü belirten Rektör Prof. Dr. Burhanettin Uysal, "Karabük Üniversitesi çok hızlı gelişiyor. Dünya ile entegre olabilmek içinde bütün bölümlerimizde yabancı dil hazırlık sınıfı zorunlu olarak veriliyor. Şu anda 3 bine yakın öğrencimiz İngilizce hazırlık sınıfı okumaktadır. Tabi yeterince öğretim görevlisi, okutman ve öğretim üyelerimiz İngilizce alanında var. Ama Yükseköğretim Kurulu’da üniversitelerde dil sorununun eğitim süresince çözülmesi için ek tedbirler aldı. Fulbright ile anlaşarak Amerika’dan ana dili İngilizce olan personeli getirdiler ve ihtiyacı olan üniversitelere dağıttılar. Bu kişiler hem öğrencilerimizin İngilizce eğitimlerine, hem de okutmanlarımızın gelişmesine katkı sağlıyorlar" dedi.

Amerikalı öğretim görevlilerinin izin kullandıklarını söyleyen Rektör Uysal, "Bu arkadaşların ajan, casus olması söz konusu olamaz. Türkiye Cumhuriyeti kuralları ve kurumları olan bir devlettir. Bir eksiklik, bir yanlışlık varsa buna da ilgili birimler, kurumlar el koyacaktır. Arkadaşlarımız bu tür söylemlerden etkilendiler. Birkaç gün izin kullanıyorlar. Geri dönecekler inşallah. Bu arkadaşlarımız yabancı uyruklu ve simaları bize benzemedikleri için tabi üniversite içersinde her an göz önünde olan kişiler. Tabi bunlara casus, ajan denilmesi çok büyük bir suç ve insanlığa yakışmaz. Bunlar mahkeme kararları ile olması gereken olaylar. Ama Karabük Üniversitesi sağduyunun hakim olduğu bir yer. Öğrencilerimiz bu konunun üzerinde hassasiyetle durmakta. Provakatif davranışlara pirim vermemektedir" diye konuştu.


Hürriyet'in haberi: http://www.hurriyet.com.tr/gundem/16699707.asp?gid=373

Milliyet'in haberi: http://www.milliyet.com.tr/ajan-sozu-am ... efault.htm



Abdullah GÜL'ün 2008'de Karabük Üniversitesi Rektörlüğüne atadığı Sayın Uysal'a soruyoruz, etki ajanı nedir? Ajanlar ülkelere "Selamün Aleyküm, biz ajanız" diyerek mi gelir? Yoksa, Abdullah Gül'ün Karabük Üniversitesi'ndeki konuşmasından etkilenerek "uluslar arası fonların" ardı kesilmesin diye mi Amerikalılara nerede ise kefil olmaktadır?







YÖK'ten Amerikalı eğitmen açılımı

Resim

Türkiye'de dil öğreniminin kalitesini artırmak için harekete geçen YÖK yeni açılan üniversitelerde 54 ABD'li okutman asistanı görevlendirdi

Türkiye'de dil öğrenimi kalitesini artırmak için harekete geçen Yükseköğretim Kurulu (YÖK) yeni açılan üniversitelerde 54 ABD'li okutman asistanı görevlendirdi. Projenin başarılı olması durumunda Fransa ve Almanya ile de benzer bir çalışma yapılacak. YÖK, üniversitelerde İngilizce eğitimini desteklemek üzere Fulbright ile yaptığı işbirliği çerçevesinde Amerika'dan İngilizce Öğretim Elemanı Asistanı (ETA-English Teaching Assistant) getirdi. Anadolu'da yeni açılan üniversitelerde hali hazırda 54 tane Amerikalı eğitmen göreve başlamış durumda. Bayburt'tan Gaziantep'e, Kırklareli'den Iğdır'a kadar 37 yeni üniversitede toplam 54 İngilizce Öğretim Elemanı Asistanı görev yapıyor.

ÖLÇEK BÜYÜTTÜ

Pilot projenin başındaki YÖK Yürütme Kurulu Üyesi Prof. Dr. Muhittin Şimşek, okutman eksikliğinden kaynaklanan dil eğitimi zafiyetini giderebilmek için YÖK'ün böyle bir çözüm ürettiğini söyledi. Şimşek, yeni üniversiteleri cazibe merkezi haline getirmeyi amaçladıklarını vurguladı. ABD Büyükelçiliği Halkla İlişkiler İngilizce Sorumlusu Bradley Horn, projen ile ABD vatandaşlarının Türkiye hakkında daha sağlıklı bir algılamaya sahip olacaklarını vurguladı.

BAYBURT'TA ABD'Lİ EĞİTMEN

Bayburt Üniversitesi'nde görev alan ABD'li eğitmen Sean Singer, Bayburt'ta geçirdiği sürede Türk insanının candan olduğunu bizzat gördüğünü ifade ediyor. "Amerikalılar Türkiye'yi ve Türk insanını anladıkça ilişkiler gelişecektir" diyen Singer, iki ülke ilişkilerine katkısının küçük olduğunu, fakat yaptıkları işin önemli olduğunu ifade ediyor.
 


Fulbright yazdı:Komisyonumuz 60 yıldır Türk ve Amerikalı öğrenci, akademisyen, öğretmen ve profesyonellere kültürel değişime katkıda bulunmak amacıyla burslar sağlamaktadır. Ayrıca EducationUSA danışmanlarımız Amerika'daki eğitim olanakları hakkında öğrenci ve araştırmacılara bilgi vermekte, yol göstermektedir.


Türk Vatandaşlarına Yönelik Fulbright Bursları : 
Fulbright Eğitim Komisyonu Amerika'da eğitim ve araştırmaya yönelik olarak Türk vatandaşlarına birçok farklı program dahilinde karşılıksız burslar sağlanır. Programların ortak özelliği, kültürel değişimin ön planda olması ve program bitiminde Türkiye'ye dönülmesidir.


  • Program kurallarına göre Türk vatandaşı olunması ve başvurulan programın kendi kurallarına uygun koşullarda olunması şarttır.
  • Burada belirtilen programlara uymayan koşullarda fon sağlanamamaktadır.
  • Farklı programlar ortaya çıkabileceğinden düzenli aralıklarla internet sayfamızı kontrol etmenizi öneririz.
  • Fulbright bursları dışında kaynak arayan öğrenciler buradan farklı kaynaklardan alınabilecek burs olanaklarını araştırabilir, danışmanlarımızla temasa geçebilirler. 
Türkçe Öğretim Asistanı (FLTA) Programı

ABD'deki üniversitelerde Türkçe öğretmek ve alanları ile ilgili öğrenim yapmak isteyen İngilizce öğretmenlerine bir yıl için verilen burslardır. Bu burslara 21-29 yaş aralığında olan,


  • üniversitelerin İngilizce öğretmenliği bölümlerinden mezun olacak öğrenciler

    veya
  • herhangi bir İngilizce bölümünde (tercümanlık, dilbilimi, öğretmenlik, vb.) okumuş olup Pedagojik Formasyon almış olanlar

    veya
  • hali hazırda Milli Eğitim Bakanlığı'na bağlı okullarda veya üniversitelerimizde İngilizce öğretmenliği yapanlar başvurabilirler.
Fulbright ve YÖK'ün Ortak Projesi: 'İngilizce Öğreten Asistanlar'

Fulbright Komisyonu ve Türkiye Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) ilk ortak sponsorluk projelerinde 54 Amerikalı genci, aralarında Rize, Denizli, Konya ve Balıkesir olmak üzere 37 şehirde İngilizce öğretmek üzere Türkiye’ye getiren yeni bir program başlatıyor. ‘İngilizce Öğreten Asistanlar’ olarak nitelenen genç Amerikalılar, Türkiye’de 10 ay süreli İngilizce hazırlık programlarında çalışacak.
 
YÜKSEKÖĞRETİM KURULU BAŞKANLIĞI FULBRIGHT İŞBİRLİĞİ PROGRAMI

Yükseköğretim Kurulu Başkanlığı (YÖK) ve Fulbright Eğitim Komisyonu arasında yapılan anlaşma çerçevesinde toplam 54 İngilizce öğretim elemanı asistanı (ETA- English Teaching Assistant) 2010-2011 öğretim yılında ülkemizdeki yeni açılan üniversitelerimizde (son 4 yıl içinde açılmış olan) görevlendirilecektir. Bu öğretim elemanı asistanlarının 46’sinin aylık ödemesi YÖK, 8 adedinin aylık ödemesi de Fulbright tarafından karşılanacaktır.

Resim

Programın Amacı: Ülkemizde yükseköğretimde verilen İngilizce Dili Eğitimi derslerine destek olunması ve özellikle de yeni açılan üniversitelerimizdeki İngilizce öğretim elemanı sıkıntısına çözüm olması amacıyla, anadili İngilizce olan Amerikan vatandaşı üniversite mezunu bu kişiler mevcut İngilizce öğretim elemanlarımıza yardımcı olmak üzere yardımcı öğretim elemanı sıfatıyla görevlendirileceklerdir. Bu program ile hedeflenen, öğrencilerin:

  • İngilizce konuşma becerilerinin geliştirilmesi,
  • Anadili İngilizce olan bir kişi ile pratik yapabilmeleridir.


Bu programla hedeflenen, İngilizcenin Dil öğretiminde güncel olan iletişimsel yaklaşımla, dilin etkileşim kurarak ve konuşarak öğretildiği bir yöntem ile öğrencilere sunulmasıdır.

Programın Uygulanması: İngilizce öğretim elemanı asistanları Türkiye’ye Eylül 2010’da geleceklerdir. Öncelikle Ankara’da gerçekleştirilecek olan 2 haftalık oryantasyon eğitimine dahil olacaklar, sonrasında görevlendirildikleri üniversitelere yerleştirileceklerdir. Oryantasyon eğitimi, Türkiye’ye dair genel bilgiler yanında, Türk yükseköğretim sistemi ve görevlendirildikleri 1 akademik yıl süresinde üniversitelerimizdeki görevleri hakkında bilgilendirilmelerini içerecektir.

Tablo 1. İngilizce Öğretim Elemanlarının Üniversitelere göre Dağılımı.

ÜNİVERSİTEADET
Ağrı İbrahim Çeçen Üniversitesi1
Ahi Evran Üniversitesi1
Aksaray Üniversitesi2
Amasya Üniversitesi2
Artvin Çoruh Üniversitesi1
Atatürk Üniversitesi1
Balıkesir Üniversitesi1
Bartın Üniversitesi2
Bayburt Üniversitesi1
Bilecik Üniversitesi1
Bozok Üniversitesi1
Çankırı Karatekin Üniversitesi1
Düzce Üniversitesi2
Erciyes Üniversitesi1
Erzincan Üniversitesi1
Gaziantep Üniversitesi4
Giresun Üniversitesi2
Gümüşhane Üniversitesi1
Hitit Üniversitesi1
Iğdır Üniversitesi1
Karabuk Üniversitesi2
Karamanoğlu Mehmet Bey Üniversitesi2
Kastamonu Üniversitesi2
Kırklareli Üniversitesi1
Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi2
Namık Kemal Üniversitesi2
Nevşehir Üniversitesi2
Ondokuz Mayıs Üniversitesi1
Osmaniye Korkut Ata Üniversitesi1
Pamukkale Üniversitesi 1
Rize Üniversitesi2
Selçuk Üniversitesi1
Sinop Üniversitesi2
Süleyman Demirel Üniversitesi1
Uşak Üniversitesi2
Yalova Üniversitesi1
Yüzüncü Yıl Üniversitesi1
TOPLAM54
Sayın Rektörün de okuması dileği ile:


Sızma Operasyonu Ve ‘Kültürel İğdiş’…

‘Ben ilkokulda olmalıyım. Yakacık’da bir yaz. İstanbul’un o zamanlar bir sayfiye semtinde benden birkaç yaş büyük ablaların, ‘yello submarin’ , ‘Lusin dısıkayin daymaaan::’ gibi sesler çıkararak, Beatles parçalarını gevelediklerini ilk duyuşum. Hey dergisi çıkmıştı, batıdaki son trendleri gençliğin üzerine fışkırtıyordu.. Sinemalarda Hollywood saltanatı sürüyordu..

Hayat dergisi, Amerikalı yıldızların hayat hikayelerini, evlerini, aşklarını konu ediyordu.. Basının her yanında Amerikan rüyası vardı..

Amerikan yardım anlaşmasının bir maddesi de, ‘Türk basınında sürekli Amerikan propagandası’ yapılma şartıydı
***

Amerikan Büyükelçiliği AFS ve Fulbright bursları veriyor, gençler sıraya giriyordu..

O yıllarda yüzlerce barış gönüllüsü Türkiye’yi harmanlıyordu..

Doğu mitingleri hazırlık aşamasındaydı…

ABD Türkiye’nin etnik haritasını bir kez daha incelemeye alıyordu..

112 adet NATO haberalma tesisi Türkiye’de kuruluyordu.

Kıbrıs’da katliam vardı..

Amerikalı ‘uzmanlar’ her yandaydı…..

Bunlar olurken, büyük şehirlerde gençler, PX Amerikan mağazalarından bluejean almak için sıradaydı. Clint Eastwood’un ‘Birkaç Dolar İçin’ filminden sonra, ‘bir kısım’ gençler mahmuzlu çizme ve kovboy pançosu bulma derdine düşmüştü. Kadiköy Cep sinemasında Animals grubunun parçalarını dinleyen salon, film boyunca dans etmişti.. ‘Michele Ma belle’ ya da ‘All hung up in your green eyes’ tınılar2ını bilenle bilmeyen bir olur muydu?! ..

Aynı yıllarda Türk halkının yüzde 80’i Bangladeş fukaralığına eş bir durumda yaşıyordu..’


‘Gimme some Lovin,’

Bu satırları, bir zaman önce Hürriyet gazetesinde bir köşe yazarını okurken yazmıştım.

Yazar, Şakir Eczacıbaşı’nın ölümü üzerine kaleme aldığı köşe yazısında, İstanbul sanat Kültür vakfı’nın faaliyetlerinin onu nasıl başkalaştırdığını anlatmış, ‘yabancı sanatçılardan habersiz yaşarken’ nasıl bir ‘kültür’ zenginliğinin içine düştüğünü uzun uzun anlatmıştı. Artık batının tüm caz sanatçılarını, tanıyor, Tepebaşındaki Amerikan konsolosluğu aracılığıyla tüm trendleri takip ediyordu. Bunları İstanbul festivaline borçluydu!

Bu yıl İstanbul festivali kapsamında Eric Clapton, ve Steve Winwood konserine giden gazeteci Ertuğrul Özkök de kültür kökleri ile ilgili şu satırları yazmıştı:

    ‘20 yaşımdayken Ankara sokaklarında beni avaz avaz ‘Gimme some lovin’ diye bağırtan adam!... O gece benim ‘an’ımdı.. …63 yaşıma iyi geldi,.’

Ne Ankara’da ‘gimme some lovin,’ diye bağıran Özkök’ün , ne İstanbul’un uzak semtlerinde ‘yello submarin’ diye mırıldanan gençlerin, aynı yıllarda uygulamaya konan Richard Bissel raporundan haberleri yoktu!

Bissel, CIA’ nin Gizli hizmetler Direktörüydü. 1968 de yazdığı gizli raporda, toplumlara ‘sızma’ tekniğinden sözediyordu. Rapora göre, hedef ülkelerde,

    1) Hükümetlere siyasal tavsiye ve danışmanlık, 2) Tek tek şahıslarla temas, kişisel yardım uygulaması, 3) Siyasal partilere maddi ve teknik yardım, 4) İşçi sendikaları kooperativler ve özel örgütlenmeleri desteklemek, 5) Kişilerin özel olarak eğitilmesi, EĞİTİM TAKASLARI, 6) Ekonomik operasyonlar, 7) Gizli propaganda, 8 ) Bir rejimi desteklemek ya da devirmek için askeri ya da siyasal operasyonlar’

yapılacaktı.

Bissel raporunda yeralan aşamalar, Türkiye’de yıllardır adım adım uygulanmıştır. Toplumlara çeşitli yollarla SIZILMAKTADIR. ‘Sızma tekniği’ , Oltadaki Balık Türkiye (M. Emin Değer) adlı kitapta şöyle özetlenir:

‘Tıb dilinde ‘infiltrasyon/Sızma’, bir mikrobun ya da kanser hücresinin, vücudun en yaşamsal bölgesinin tüm hücrelerine girmesini, mikrobun bünyenin her tarafına yayılmasını gösterir.. İşte Amerika’nın uyguladığı yöntem de budur!’

Amerikalı sosyologlar bu yöntemi ‘Görünmez faktör’ olarak tanımlarlar. Görünmez faktör, ‘kontrol mekanizmalarının toplamı’dır. ve ‘Görünmezlik, zihinlerin sömürgeleştirilmesi yoluyla başarılmaktadır.’

Bu yolda en etkili araç ‘eğitimin ele geçirilmesi’dir.

‘İdeolojik taarruz’

Amerikalı uzman Max Von Thornburg, 1947 Ekim ayında The Fortune dergisindeki ‘Türkiye’ye niçin yardım etmeli?’ başlıklı raporunda ‘İdeolojik taarruzun Amerikan Ulusal Güvenlik Stratejisi için, atom bombası kadar önemli olduğunun’ altını çizmiştir.

‘Yalnız sermayemizi değil, hizmetlerimizi, geleneklerimizi, kültürümüzü ve ideallerimizi de Türkiye’ye konuşlandıracağız!’ demiştir.

İşte bu nedenle, ekonomik yardımı, eğitim/kültür anlaşmaları takip etmiştir. Ülkenin ‘aydın adayları’nın beynini ‘iğdiş’ etme operasyonudur bu!

Toplumun en üst düzeyinde yeralan elitler ya batıda eğitim almışlar ya batının misyoner şubeleri olan kolejlerde eğitilmişlerdir.

Tümü bir iki yabancı dile vakıftırlar ve tüm yaşam biçimleri Batı tarafından şekillendirilmiştir..

Emre, orta halli bir ailenin oğludur. Osmanlı hanedanı varisi, İsviçre bankeri karışımı bir ailenin kızıyla evlenir.. Robert College mezunudur. 68’lidir. 90’larda Özal’ın prensi olur. Paraya para demez. Soros'la tanışır ve Amerikan gizli devletine bağlanır.

Şule alt orta gruptan gelir. Galatasaray Lisesi'nden mezun olur, ardından bursla Fransa’ya gider… Sorbon’da okur, gelip akademisyen olur… Sol fikirlidir..Üniversitede Latin Amerika’daki direniş hareketlerine merak sarmıştır. Batının gözlüğünü takar kendi ülkesine bakar. Çok vahim şekilde yanılacaktır. ‘Halkların özgürlüğü’yle lafa başlayacak, az sonra PKK’nın en büyük savunucusu olacak, batının görevlisi olarak ekranların vazgeçilmezi olup çıkacaktır.

Falanca edebiyatçı treni kaçırır, üniversite bursu alamaz ama İowa üniversitesi yazarlar kursuna (International Writing Program) gider.. Ermeni ve Kürtleri milyon milyon katlettiğimizden bahsedip Nobel’e hak kazanır, milyar doları cepler.

‘Eğitilenler’

Onlarca Türk genci, Erasmus’la Avrupa yollarını tutar. Elit ailelerin çocukları, her yıl, Turkish Coalition of America ve TÜSİAD’ın Washington Temsilciliği’nin katkılarıyla, ABD Kongresi’nde staja gider.

Önemli bürokratların, üst düzey askerlerin, işadamlarının kızları, oğulları, ABD Temsilciler Meclisi koridorlarında, Cumhuriyetçi Parti’nin veya Demokrat Partinin milletvekillerinin peşinde koştururlar.. Dikkatle seçilen bu gençler, belli bir kıvama geldikten sonra yüksek görevler için ülkelerine birer Amerikalı olarak geri dönerler.

‘Eğitilenler’ dönünce, devletin başına, olmadı, bürokraside bir koltuğa, veya bir üniversitenin başına, siyasette, -iktidar muhalefet fark etmez- liderlerin danışmanlığına, medyanın en en yukarı katlarına OTURTULUVERİRLER!

Hatırlayın, Fulbright, Rockefeller, Eisenhower, Ford Vakfı burslarıyla ‘eğitilenler’ Türkiye’yi uzun yıllar boyunca ’yönetmişlerdir’/ yönetmektedirler.

İslamköylü Demirel’den, büyük kent çocuğu Bülent Ecevit’e, Antalyalı Deniz Baykal’dan Kayserili Abdullah Gül’e, Ünyeli Numan Kurtulmuş’a kadar birçok lider çeşitli ‘imkanlarla’ Avrupa ve Amerika’da ‘ağırlanıp’ ‘eğitilmişlerdir’. Meraklısı nette iki tuşa basarak ayrıntılı cv’lerini bulabilir.

‘Algı değiştirme operasyonu’

Aydınlar yurtdışında eğitimden geçirilirken, büyük yığınlara da ‘algı değiştirme operasyonu’ yapılır. Amerikalı bilim adamları, toplumların algılarıyla nasıl oynandığı, toplumların psikolojik deneme tahtası haline nasıl getirildiği konusunda örnekler verirler:

    ‘Yanlış olan, doğru ya da tersi olarak algılanabilir. İnsanları katletmek vatanperverlik olarak görünebileceği gibi, nefretle de karşılanabilir.. Asla kabullenilemeyecek davranışlar, normal görülebilir..’

1982 Anayasası, Batının ‘tavsiyesiyle’ hazırlanır. 2010 Anayasası yine batının emriyle gündeme oturmuştur. Ekranlardaki propaganda makinesini çalıştıranlar ‘yedi düvelcilerdir’!

Richard Bissel, raporunda, toplumları değiştirmede basının önemine de değinmiştir. ‘Basın Batı müdahalelerinde en önemli güçtür’ demiştir.

İçinden geçtiğimiz şu günlerde bunun nadide örnekleriyle burun burunayız.

Federasyon ve otonomi tartışmalarının yeri göğü kapladığı bir anda , ABD formatlı bir yarışma programı ekranlara çıkar.

İntercities—ŞEHİRLER YARIŞIYOR
’da şehircilik, hemşehrilik hissi kaşınır. Ulusal bütünlüğe karşı YEREL YÖNETİMLERİN propagandası yapılır..

CIA istasyon şefi Paul Henze
, ‘Türk halkına sabah akşam ‘federasyondan’ bahsedilmeli, kulakları bu duruma alıştırılmalıdır!’, dememiş midir!

Siyasetten uzaklaştırılmış geniş yığınlara enjekte edilen zehir de ekranlardan yayılır!

Evcilik oyunu gibi yapay evlilik denemeleri, aile yapısını sulandırır, falanca dedenin televizyonda falanca büyükanneye izdivaç teklifi, yaşlılara saygıyı azaltır, bilgeliği şaklabanlığa dönüştürür.

‘Yemekteyiz’ programında, kutsal sofra adabına açıkca hakaret edilmesi, ‘Survivor’da dedikodu ve insanların birbiriyle nefret ve rekabet ilişkisi, ekranlarda bir anda beliren kuralsız box maçlarıyla toplumsal şiddet hissinin arttırılması, ‘Fear Factor’ ile korku duygusunun yaygınlaştırılması, toplumdaki psikolojik operasyona en bariz örneklerdir.

Sıradan insanlar, ‘Kol kırılır yen içinde kalır’ kültüründen, en yakın ilişkilerini ekrana taşıma noktasına getirilmişlerdir! ABD markalı showların kucağında, ‘ideolojik taarruz’un en sertine muhatap olmuşlardır.

Bunların tümü, batıya bağlı ‘sivil örümcekler’in, ‘ALGIYI DEĞİŞTİRME’ çalışmalarının sonuçlarıdır.

Gençler, anlamadıkları bir dilin ve kültürün, ürkütücü gürültüsünde sallanmaktan haz duyduklarını sanmaktadırlar! …

Her şey psikoloji biliminin yardımıyla yapılacak, toplum psikolojik aygıtlarla şekillendirilecektir..

Üniversiteler ve medya bu çalışmaların merkezidirler.

Medyadan yayılan zehir daha küçük gençlik gruplarında farklı yöntemler dener.

Kısa film yarışmaları düzenlenir . Belediyeler ve AB fonları işbirliği ile ‘Kültürlerarası diyalog’ işlenir. Kim Kürt kimliği der, Ermeni kültürü ile ilgili laf eder, ‘ekümenik’ Ortodoks kilisesi için film yaparsa parayı kapar, kapağı yurtdışına atar...

‘Biz ne mi yapacağız?!’

1947 de Amerikan yardımıyla birlikte Türk halkı özellikle aydınları bir kültür enjeksiyonunun hedefi olmuşlardır.

‘Ecnebi’ okullarda ya da diyarlarda eğitilenler artık bu ülkenin insanları değillerdir. Onlar iki arada bir derede kalanlardır.. Kültürel ‘tecavüze’ uğrayanlardır.

Bu bir ‘sızış’tır. Bir milleti millet yapan tüm özelliklere kezzap atılışıdır.


İşte bugün sızılmış bir Türkiye’nin sızılmış aydınları, tıpkı eskiden olduğu gibi, Türkiye’yi bölme, Amerika’ya manda yapma projesinin gönüllü askerleridir!

Bu taarruza muhatap olan, ve kendi üzerinde oynanan oyunu algılayamayan geniş yığınların , sık sık ‘Biz ne yapacağız?’ diye sorduklarını aktarırdı, Attila İlhan.

    ''Tuhaftır, soru sahipleri, cevabı bulmakla mükellef olanın da, kendileri olduğunu ne biliyor, ne kestirebiliyor! Çünkü 'kopya', 'alafrangalık' sahici 'yurttaşlık bilincini' bulandırmış….Böyle bir soruyu sordukları anda, yetersizliklerini itiraf edip çareyi başkalarından -muhtemelen 'ecnebi'den- beklediklerini açıklamış oluyorlar. İyi de, 'kültürsüzleşme' dedikleri, 'bizâtihi' bu değil midir?"


Banu AVAR, 1 Ağustos 2010

http://www.guncelmeydan.com/pano/sizma-operasyonu-ve-kulturel-igdis-banu-avar-t25984.html#p139686

Elmek: banuavar@superonline.com

http://www.facebook.com/BanuAVAR