Anasayfa

Salı, Mayıs 03, 2011

TAVUK

Bir TÜRK Subayı(1904-1998)Sayın ŞEREF TİPİ'nin ANIlarından..(1942) Bu hikayeyi mutlaka okuyun.
Size rahmetli babam Şeref Tipi'nin (1904-1998), bana kalan bir sandık dolusu roman, tiyatro, hikaye, nesir ve şiir arasından seçtiğim gerçek ve yaşanmış bir hikayeyi sunmak istiyorum.

Babam Türkçü, Atatürkçü ve öz Türkçeci bir yazar ve de Türk subayı olarak böyle bir ortam bulamadı yaşadığı sürede...
Aşağıda sunduğum hikayeyi kendisi 1940-42 yıllarında Diyarbakır 7. Kolorduda şifre subayı olarak bulunduğu sırada yaşamıştır. Bugünlere nasıl gelindiği hakkında az da olsa bir fikir verebilir sanıyorum...

Saygılar sunarım
Canerhan Tipi

*** *** *****


Tavuk

İkinci büyük savaş üçüncü yılını dolduruyordu: Alman orduları Voronej'de, Don ırmağı doğusunda bir köprübaşı elde etmiş, Rostov'u almış, Kafkaslara doğru ilerliyordu.

Afrika kesiminde, Tobruk'da Mareşal Rommel, yirmi altı bin İngiliz'i tutsak almıştı. Sekizinci Britanya ordusunu yenmiş, Marsamatruh savunağını almış, İskenderiye dolayında, El Alameyn önünde durmuştu. Mısır alan savaşı başlamak üzereydi. Anglosaksonların bütün umutları o yaz Rusların dayanıp dayanamayacaklarındaydı. Avrupa'da kıtlık vardı. Yunan elinde kadınların ve çocukların, çöplüklerde köpekler ve kedilerle birlikte yiyecek aradıkları söyleniyordu.



O yıl, Ankara'da yanlış kestirilerek, aç uluslara yardım diye dışarıya çokça buğday gönderilmiş, yurtta sıkıntı almış yürümüştü. Ankara, suçu bölgelerini dolaşıp, iyice inceleme yapmadan bilgi vermeye kalkmış olan ilbaylara atıyordu. İlbaylar ise Ankara'da, poker masaları başından buyruklar savuran bakanlara yüklüyor, sayınlar suçu savuşturmaya dursun yurtta ekmek belge ile verilmeye başlıyordu: Yurttaş başına yüz gram... Bu ekmek çok yerde darıdan ve çamur gibi... Fırınların önü solgun analarla dolu ve şeker otuz kuruştan yüz yirmi kuruşa fırlamış...



Savaşa girmemiştik ya, aradan beş yıl geçmesine karşın yurtta o Atatürk çağındaki esi, hem de hiç bir yönden kalmamıştı... Bize yine bir şeyler oluyordu. Bizde o bakış, o duruş, o gidiş artık görülmüyordu.



**



Diyarbakır'ın hemen burnunun dibindeki göçmen köyünde ise durumun rengi, anlamı bambaşkaydı... Kürtlerin ikide bir yol kesip, yolcuları öldürüp, bölgeyi kana bulamalarından bıkan, artık her nasılsa bu işin temele ve varlığa saldırı olduğunu sezebilen Ankara, bir göç tasarısı uygulamaya başlamıştı. Anadolu'nun yarısını bir milyon kürde bırakmanın ileride Türk ulusu için pek uğurlu olmayacağını anlamış, bölgeye Rumeli'den getirilen göçmen Türkleri yerleştirmeye başlamıştı. Ama, bunun sonu onlar için hiç de iyi olmadı. Anayurda gelmiş olmanın sevinci ile dolu ve dönen dolaplardan habersiz olan bu kadınlar ve çocuklar, az sonra neye uğradıklarını anlamayacaklardı. Neden mi? Neden olacak: Önce, 'Aç uluslara gönderiyoruz' diye ellerinden yemeklik değil, daha yeni verilen tohumluk ekmeklik buğdayları alındı. Sonra evlerine barklarına saldırılarak kadınları, kızları kaçırıldı. Daha sonra bunlar ölü olarak şurada burada bulundu. Göçmenler şaşkındı. Türk'e benzemeyen, hara vara diye konuşan bu kişiler kimdi? Türkiye'ye geliyoruz diye nereye gelmişlerdi? Bulgar gavurundan bile görmediklerini görmek için mi onları buraya çağırmışlardı? Hani artık kendi yurtlarında, kendi bayrakları altında mutlu yaşayacaklardı?



Karşıda kolordunun, ilbaylığın bayrakları dalgalanıyor, orada Türk subayları, sivilleri, kadınları gezip, dolaşıyor ama ya şunlar kim? Türk köylüsü nerede? Eğer burada bunlar çoğunlukta ise, nasıl oluyor da ayrılık güdebiliyorlar, düzeni, yasayı bozabiliyorlar? Bulgarya'da da bütün köyler Türk, kim orada Bulgarya'ya kafa tutabilir, ayrılık güdebilir? Hele bir denesin bakalım.



Öyleyse bu ne, bunlar kim, bu nasıl düzen?...



Geceleri böyle düşünüp duruyorlardı, karanlık köy odalarında. Biraz usu erenler, biraz okumuş, ya da aksakala varmış olanlar beğenmiyorlardı bu düzenin sonunu... "Balkan'ı gavura verip, geldikten sonra da mı sağlam toprağa basmadı bizimkiler",

"Azınlıklar ülke kurarken bin yıllık çoğunluk hala mı sallantıda, bu ne iş", diyorlardı...



Ama daha başlarına gelecek vardı. Bundan bilgileri yoktu:

Çok geçmeden köyde bir karın şişme, bir sancılanma, bir susamadır çıktı. İlk günler pek aldırış etmediler ya, ölümler başlamıştı bile... Birer birer devrilip gidiyordu çoluk çocuk. Her gün, her evden bir kişi ölmeye başlayınca ilden bir doktor gelebildi! Herifin cakasına doyum yoktu. Sıtma, dedi, gitti. Gitti ya ertesi yedi gün içinde her evden bir yerine, iki ölü çıkmaya başladı. Bu kez iki doktor geldi, onlar da anlamayınca beş doktor geldi. Aradılar, taradılar köy suyunda öldürücü bir mikrop olduğunda sözbir ettiler. Köy kuyusuna kişiler salındı, bir koca taşa bağlı çuval içinde bir şeyler çıkarıldı ve çıkarılan şeyin öldürücü bir nesne olduğu ortaya çıktı.



Bunu kuyuya kim değil, çünkü bir kişi olamazdı, kimler atmıştı? Atmış da olamazdı, kimler attırmıştı? Bütün bu köylerin birden ölümünü isteyen kimlerdi ? Bölgede bu gibi Türk köylerini kendi çıkarları, kendi gelecekleri için istemeyenler kimlerse besbelli onlardı. Yani Kürtçülerdi... Demek onlar bu kadar örgütlenmiş, bu kadar hınçlanmış ve buraya kadar gelmişlerdi. Öyleyse doğrudan doğruya Türk ulusunu vurak[1] seçmiş olan bu gözü kanlı, içi kanlı örgütle savaşı göze almak, Türk ulusunun geleceği için kaçınılmaz bir ödevdi...



Evet, ta bakanından polisine kadar tüm yönetim bunu anladığı halde hiç bir karşı önlem alınmadı. İki vah vah, bir ah ah... O kadar... Geldikleri bu topraklardaki yönetimi de kendilerinden görmeyen ve daha ölmemiş olan göçmenler, verilen evleri barkları yüzüstü bırakıp, aç ve çıplak yollara düştü... Nereye? Bıraksalar yine Bulgarya'ya ama, şimdilik yollara... Bitmez, tükenmez, ışımaz, doyurmaz, sulamaz ve soluk vermez yollara... Ölünceye kadar yollara...



Sanki Çinlilerin, sanki Moskofların tanklarından kurtulmak isteyen Türkistan Türkleri kaçıyordu ... Tiyanşan dağlarına sarmış gidiyordu. Vay gidi çilesi bitmeyen ulus vay. Dilini istersen uydurmacı derler, adını istersen Turancı derler. Sağ düşman, sol düşman... Dışı bırak, Atatürk'ün daha korkuncu dediği iç düşman. Okuttuğun düşman, barındırdığın düşman... Bunu sonu yok Arkadaş ...



**



Kaçmayanlardanmış o , kaçamayanlardanmış daha doğrusu. Yürümeye gücü olmayanlardanmış çünkü... Koca ölünce... Üç de arslanlar gibi onaltılık üçüz oğlan ölünce, anada zaten yaşama isteği kalmamıştı ki ...Hele o yıldız gözlü, ay yüzlü biricik kızı da yürüyemez olunca, artık nereye gidecekti, ne yapmaya gidecekti, yaşamak mı? O da ne ki? O da niye ki? Üç onaltılıktan, bir de şu kızcağızdan, bir de o 'Türkiyem, Türkiyem' diye onları alıp buralara getirenden sonra ... Getirip de 'Türkiye' sinde suyuna öldürücü çuvallar atılarak öldürülenden sonra ... Geç canım...





Hayır, gitmemiş kalmış evinde... O iki komşu, yine kendileri gibi gidemez durumda olan o iki komşu ile birlikte kalmış... Hani bir avuncası da yok değilmiş: Ne de olsa Türk paşası, Türk ilbayı, Türk saylavı, demiş komşusu, elbet biri gelir, biri görür, biri bulur. Ama boş... Ne biri gelmiş, ne biri görmüş, ne biri bulmuş...



Gökten yere bir damla su düşmediği o yağmur ayları, bütün ekinlerin kuruduğu o yağmur ayları, koca öküzün öldüğü o yağmur ayları kentte paşası da, ilbayı da, saylavı da akşam olunca ışıklı, sazlı, dondurmalı bahçelere çıkarlardı. Yerli, yabancı işyarlarla dolu bahçelerde geç sulara kadar dinlenirlerdi. Ulusun, bölgeleri gezip olan biteni görmek için altlarına verdiği süslü kendigiderleri[2] ile bir gün olsun köyden yana uğrayıp da şu göçmencikler ne yaparlar, ne ederler demediler. Türkleri bambaşka kardeşler sanan bu çekingen, bu yanık, kişicikler, doğrusu şimdi de pek şaşkın olmuşlardı.



Bu şaşkınlık içinde işte, sağlamlığından yana adlarına portakal sandığı denen yüz evden dördü kalmış, ötekiler nereye varacağı bilinmeyen yolları tutup gitmişlerdi. Kimsecikler bunların önüne çıkıp: Nereye, niçin, neden gidiyorsunuz kardeşlerim, ağalarım, dayılarım, emmilerim dememişti ...



**





O kuşluk , "Yağlı tavuklar, tazecik yumurtalar" diyerek kapımdan geçen yaşlı, sarsak köylüden bütün bunları duymuştum. Onu bahçeye almıştım. Üç tavukla, bir horozu vardı. Tavuklardan birinin her gün bir yumurta verdiğini söyledi. Dedi ki:

"Karşı köyden aldım. Kadıncağız vermek istemiyordu, ağlıyordu, ta Bulgarya'dan getirdim bunu ben, diyordu, günde bir yumurta verirdi üçüzlerime diyordu. Güzel bir de kızı vardı. Hangi sudan içmişse bacaklarına inmiş de yürüyemez olmuş, ötekilerle birlikte göçüp,gidememişler. O da açmış, ana ekmek, diye mırıldanıp dururmuş. Tavuğu, yumurtayı n'idecekler bayım, onlara ekmek gerek ekmek... İki ay var ki buğdaysızdırlar. Köylü dediğin ekmeksiz durabilir mi? Ekmeksiz, susuz durabilir mi? N'idersin, bu da geldi başlara...Ama ekmek nerden bulacaklar. Köylü diye onlara belge vermezler. Kente gelecekler de, bu sıcakta erlerden elli kuruşa somun alacaklar da.... Zaten son tavuğu kadının, satacak da somun alıp götüreceğim bay... Satacak başka şey kalmadığına, bölgede yolacak ot bulamadığına göre artık n'olacaklar bilmem... Ölecek onlar demek. Ölsünler bakalım. Daha ne gelinler, ne tosunlar, ne getikler öldü gitti. Onlarda ölsünler. N'idelim Tanrı bayrağa, toprağa, ulusa ölüş vermesin"



İçime o söyledikçe gecelerin olanca karanlıkları dolmuştu. Dinledim, pustum, utandım, öfkelendim, şaşırdım ve içeri gidip, geldim:

“Baba”, dedim. “Al ÅŸu tavuÄŸu da, ÅŸu elli lirayı da, ÅŸu ekmekleri de, ÅŸu ÅŸekeri de onlara götür. Ara sıra bana uÄŸra. Pazar günü de gel, beni al oraya götür. Ne olursun, sakın gelmeyi unutma”



Kişi iki gün sonra geldi. Tavuğu, parayı, bütün ötekileri geri getirdi. Oraya bir gün sonra vardığını, evde kimseleri bulamadığını, kapının, pencerenin açık olduğunu, içerde sineklerden başka bir şey görmediğini söyledi.



“Ne olmuÅŸlar”, diye bağırdım.

“Ana, kız ölmüşler” , dedi ...



Başka bir şey söylemeden, geri bakmadan, 'Taze yumurtalar, tavuklar' diye bağırmadan, ağır ağır gitti... Bu bir gidiş değil, bir küsüştü, bir kopuştu...Bizden... Bütün aydın geçinenlerden ...





**



Kızıl ibiği sola yatık, kahverengi bir tavuk. Onu, onun, onların canlı anısı olarak o yıl avlumda, odamda, alıkoyup durdum. Erken kuşluklarda, bahçedeki havuzun başında kurulu karyolamın başına gelir: Kalksana artık, der gibi mırıldanıp, dururdu :

Godit dot dot ...

Godit

Dot.

Dot dot ...

Bu mırıltılarda ben ne acı, yazık öyküler dinlemezdim ...

Yıl sonunda gezici bir görevle kentten ayrılırken bir arkadaşımın bayanına :

“Ne olur kesmeyin. O bir anıdır. Bırakın ölünceye kadar avlunuzda bir anı olarak dolaÅŸsın. Ölünce bir aÄŸaççığın altına gömüverirsiniz”, dedim ve gittim...

Ben ayrılırken, arkamdan :

"Godit ... Dot... Dot... Godit" , diye söyleniyordu.



Neden sonra duydum ki, yıl başı gecesi arkadaşımın bayanı onu kestirmiş. Pilavını yerken, 'Ne de yağlı tavukmuş' diye de ağzını şapırdatmış... Yalamış dudaklarını ... Evet, bilirim o dudakları ben... Onca yılların, onca geceleri bir kez olsun, toplumla, toprakla ilgili bir sözcük dökülmemişti aralarından.



Şeref Tipi 1942 Diyarbakır


http://www.internetajans.com/default.asp?NID=105227

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder