Anasayfa

Çarşamba, Eylül 07, 2011

“PROTESTAN İSLAM” VEYA “SİYONİST MÜSLÜMAN”! / Abdullah AKGÜL


''Asıl amaçları ve arzuları, dünyalık mal ve makam toplamak ve iktidar olma hırslarını tatmine çalışmak olan, ancak bütün bunlara İslami bir kılıf geçirip din istismarı yapan bu “Siyonist Müslümanlar”, Kur’an’ın sıklıkla vurgulayıp mü’minleri uyardığı MÜNAFIK kavramının çağdaş versiyonlarını oluşturmaktadır.''
 


AKP iktidarının bu millete yaptığı en büyük kötülük; ekonomik, sosyal ve siyasal tahribatlarından öte, korkunç bir imani ve ahlaki yozlaşma sürecini hızlandırmasıdır. Dünyaya ve olaylara Yahudi mantığıyla yaklaşan, Haçlı-Batı tarzıyla yaşayan, ama Müslümanların söylem ve geleneklerini öne çıkaran bir anlayışı yaygınlaştırmak; kısaca “Siyonist Müslüman” tipi oluşturmak, AKP’nin en derin ve tehlikeli tahribatıdır. Bu hıyanetin altyapısı “ılımlı İslam” kılıflı “Protestan Müslüman” anlayışını benimsemekle başlamaktadır.
Bu işin taşeronluğunu ise Fetullahçılar yapmaktadır. Gülen cemaatinin baş destekçilerinden CIA kurmayı ve Siyonist Yahudi Lobilerinin İslam coğrafyası Uzmanı Graham E. Fuller yazdığı “İslamsız Dünya” kitabında, “Müslümanların ılımlaştırılıp Protestanlaştırılması durumunda, tehlike olmaktan çıkarılacağı” tezini savunmaktadır.
Adnan Menderes ve Celal Bayar’la başlatılan, Süleyman Demirel’le tabana ve topluma benimsetilmeye çalışılan, Turgut Özal’la hız kazanan ve nihayet Recep T. Erdoğan AKP’siyle meşruiyet kılıfına sokulup yaygınlaştırılan “Ilımlı İslam-Protestan Müslüman” mantığı, Martin Luther'in Hıristiyanlıktaki reformlarının aynısıdır.
Asıl amaçları ve arzuları, dünyalık mal ve makam toplamak ve iktidar olma hırslarını tatmine çalışmak olan, ancak bütün bunlara İslami bir kılıf geçirip din istismarı yapan bu “Siyonist Müslümanlar”, Kur’an’ın sıklıkla vurgulayıp mü’minleri uyardığı MÜNAFIK kavramının çağdaş versiyonlarını oluşturmaktadır.
Protestanlığın ve Kapitalizmin Avrupa ve Amerika toplumlarına kimler tarafından nasıl ve niçin aşılandıklarını incelediğinizde karşımıza Judaizm (Yahudi Siyonizmi) çıkmaktadır.
Protestanlık, 16. yüzyılda Martin Luther ve Jean Calvin'in öncülüğünde Katolik Kilisesine ve Papa'nın otoritesine karşı girişilen Reform hareketinin sonucunda ortaya çıkmıştır. Martin Luther’in 1517 yılında Wittenberg Kilisesinin kapısına 95 maddelik o meşhur protesto yazısını asmasıyla, Hıristiyan dünyasındaki en büyük bölünmenin temelleri atılmıştır. Luther bu 95 maddelik tezde bütün reformist görüşlerinin özünü açıklamaktadır. İlk bakışta savunduğu düşünce; “Papalığın otoritesini reddetmek, onun yerine Kutsal Kitap’ın yani (Eski Ahit) Tevrat’ın tek dini otorite olduğunu göstermek” olduğu sanılmaktadır. Protestan Hıristiyanlar sadece İncil’i değil ayrıca Yahudiliğin Kutsal kitabı (Eski Ahit) Tevrat’ı da okumaktadırlar.[1] Ancak Luther’in asıl amacı, Kabalist Yahudi inancını Hıristiyanlar arasında yaymak; faize ve fuhşa meşruiyet kazandırmaktır. “Protestanlık ve reform sayesinde, Hıristiyanlığın şirkten uzaklaşıp tevhide yaklaştığı” iddiaları tam bir yanılgılıdır.
Martin Luther, reform hareketleri başlamadan önce Yahudilikle, Tevrat ve İbraniceyle içli dışlıydı. Bu ilgisini ilk olarak "Jesus Christ Was Born A Jew" (İsa Mesih bir Yahudi Olarak Doğdu) adlı kitabında zaten açıklamıştı. Luther'in Yahudilerle ilgili olarak söyledikleri onun bu ilgisinin ispatıdır: "Yahudiler bizim Tanrımızın akrabaları, kuzenleri ve kardeşleridir. Katoliklere sesleniyorum; bana kâfir demekten yorulduklarında Yahudi desinler."[2]
Protestanlık; Hıristiyanlıktan daha çok Yahudi mezhebi gibidir. Protestan teolojisinin kurucuları, Kabala’yla karıştırılmış Eski Ahit (Tevrat)’ın hükümlerinin hiçbir yoruma tabi tutulmadan doğrudan kabul edilmesi prensibini benimsemiştir. Protestanlar İncil’den, öncelikli olarak Tevrat okuyacaklar ve dünya görüşlerini Tevrat’ın hükümlerine göre şekillendireceklerdi. Bu durum: Eski Ahit'in yalnızca "bu dünya"yı önemseyen düşüncesine geri dönülmesi, ruha değil maddeye yönelinmesi ve öteki dünyanın (ahiretin) öneminin yitirilmesi ve faizin yaygın hale gelmesi gibi tehlikeli sonuçlar getirmişti. Ortaçağ Katolik Kilisesi'nin faizi kesin olarak yasaklıyor olması, faiz sisteminin rahatlıkla yayılmasına engeldi. XVI. yüzyılda Yahudi Kabala kaynaklı Tevrat’ı kabul eden Protestanlar, bu konuda çok farklı bir yaklaşım getirdi. Avrupa’da artık faiz meşrulaşarak tefeciliğin ve modern banka sisteminin gelişmesinin önü açılmış demekti. Bu da kapitalizmin doğuşu anlamına gelmekteydi.
Bir insanın bütün kabiliyeti ve her yöntemi denemesi ile para kazanmasının gerekli olduğunu Yahudi Benjamin Franklin'in Genç Bir Tüccar'a Öğüt'ünde (Advice to a Young Tradesman) açıkladığını, Max Weber ortaya koymaktadır. Benjamin Franklin'e göre; para sadece ihtiyaçları karşılamak veya gelecekte harcanmak üzere kazanılmamalıdır. Aksine “para kazanma başlı başına bir amaç” olmalıdır. Başka deyimle, para kazanmak için, para kazanılmalıdır. Franklin'in üzerinde durduğu nokta, para sevgisinden öte, para kazanma zorunluluğu, yani paraya tapınmaktır. Kendi tezini doğrulamak için Franklin, Tevrat'tan da iktibasta bulunmakta ve Süleyman'ın Meselleri Kitabında yer alan “İşinde gayretli adamı görüyor musun? O kralların önünde durabilir”[3] sözünü örnek almaktadır. Weber, para sevgisinin ötesinde, para kazanma mecburiyetinin Franklin'in öğretisinde başlıca rolü oynadığını ve modern kapitalizm ile geçmiş zamanlardaki kapitalizm şekilleri arasındaki temel farklılığın “para kazanma aşkının insanlara aşılanmasında” belirdiğini anlatıyor.[4]
Katoliklerce "gizli-Yahudi" olarak tanımlanan Martin Luther, reform hareketiyle hem Katolik Kilisesine ölümcül bir darbe vurmuş, hem de geliştirdiği dini doktrin için asıl kaynak olarak Tevrat'ı esas almıştır. Yahudilerin "seçilmiş halk" olduklarını kabul eden Luther'in Roma Katolikliğine getirdiği yıkıcı darbeye ilk olarak Yahudiler tarafından sahip çıkılmıştır.[5]
Yahudilerle Protestanlar arasında kurulan yakın ilişki 20. yüzyılda da Siyonistler ile Protestan gruplar arasında aynı sadakatle devam etmekte ve bu Protestan gruplar batıda Hıristiyan Siyonistler olarak anılmaktadır. Protestanlıkla birlikte başlayan "Yahudileşme", aynı zamanda batıdaki "Hıristiyan Siyonizmi'nin de çıkış noktasıdır. Regina Sharif Non-Jewish Zionism: Its Roots in Western History (Yahudi-Olmayan Siyonizm ve Batı Tarihindeki Kökenleri) adlı kitabında, 16. yüzyılın ortasında doğan Protestanlığın güçlü bir Siyonist gelenek doğurduğunu vurgulamıştır. Sharif, Eski Ahit'teki Yahudileri öven bölümlerinin Katoliklerce göz ardı edilmişken Protestanlar tarafından ön plana çıkarılmış olmasına dikkat çekerek: "Yahudi yeniden doğuşu ve Yahudilerin Filistin'e dönüşü kavramlarını gündeme getiren Protestanlık, daimi ve etkili bir 'non-Jewish' Siyonist gelenek başlattı."[6] gerçeğini hatırlatmaktadır.
Protestanlığın, Yahudi önde gelenlerine büyük bir stratejik yarar getirdiği kesindir. Ortaçağda Kabalacı Yahudiler, Protestanlık sayesinde, Eski Ahit kehanetlerine en az kendileri kadar bağlı olan ve bu nedenle de Mesih Planı'na gönülden destek olacak önemli bir müttefik elde etmişlerdir.
Osmanlı’da Ermenilerin, Tanzimat Fermanından sonra ABD ve İngiltere tarafından Protestanlaştırılmalarını ve bu yüzyıllık süren Protestanlaşma sürecinde misyonerlik faaliyetlerinin Ermeniler üzerinde çalışıldığını özellikle bilmemiz gerekir.[7] Bugün Türkiye’de misyonerlik faaliyetleri yürüten ev kiliselerin ve özel kesimlerin Protestan oluşları, Osmanlı’nın son dönemlerinden itibaren ABD ve İngiltere’nin Türkiye’deki Ermenileri Protestanlaştırmaya çalışmaları ve bu doğrultuda okullar açmaları nedeniyledir. Ermenilerin Protestanlaştırılmaları İsrail ve ABD için bir stratejidir. Nitekim Ermeniler içinde de Yahudi orijinli bir unsurun 2 bin 700 yıldır varlığını sürdürdüğü Pakraduniler (Bagratuni/Bagratids) adı verilen ve asırlarca Ermeni toplumunu yöneten bu gizli (Kripto) Yahudi asıllı cemaatin hikâyesini, Ermeni cemaatinden Levon Panos Dabağyan’ın, 2006 yılında Aksiyon Dergisinde vermiş olduğu röportajında dile getirmiştir. Dabağyan, Pakradunilerin Ermenilerden farklı bir yaşam sürdüklerini, geleneklerini devam ettirdiklerini, domuz eti yemediklerini ve çocuklarına İbrani isimler verdiklerini bildirmektedir.[8] Ermenilerin Protestanlaştırılması bu bağlamda düşündüğümüzde Pakraduniler için müthiş bir gizlenme yolu olduğu kesindir. Protestan görünen Pakradunilerin 1915 Ermeni olaylarındaki konumlarının da artık araştırılması ve tartışılması gerekmektedir.
Kapitalizm, Protestanlık ve Yahudilik üçgeni
Katolik dünyasının dine bakışı, dindar ve gelenekçi Müslümanlara benzemektedir. Katolikler de tüketim, kültür ve gelenek konusunda bizimkine benzer bir yaklaşım sergilemektedir. Bazı Avrupa ülkelerinde Katolikler davranışları ile sanki isim değiştirmiş Müslümanlar gibi bir yaşam tarzı benimsemişlerdir. İşte bu yaşam tarzı uluslararası kapitalizmin işine gelmemektedir. Onlar için iyi din Protestanlık kabul edilir. Yani aslında Siyonizm’e hizmet etmelisin, Hıristiyanlık inancın da bunun bir kenarında duruversin.. Batı kapitalizmi için en uygun Hıristiyanlık, Katoliklik ve Ortodoksluk değil, Eski Ahite (Tevrat’ı) kabul etmiş Protestanlık mezhebidir. Çünkü Protestan felsefe kapitalizmin hizmetindedir. Burada asıl amaç insanları Hıristiyan Ortodoks ya da Katolik yapmak değil, Protestan yapmak yani kapitalizme-Siyonizme demokrat köleler haline getirmektir. Amerika Birleşik Devletleri'nde Protestanlık ve Yahudiliğin adı Kapitalizm, Püritenlik ise İngiliz Yahudiliğidir. Onun için tarih boyunca Katolik ve Ortodoks Hıristiyanlığa karşı yapılan şer kampanyalarının arkasında hep bu süreç gözlenmektedir. Yani Amerikan finans kapitali (mali sermaye) ve onlarla işbirliği içinde olanlar, kapitalin hareket alanını kontrol etmeye çalışan Yahudi kesimlerdir. Bunlar; Katolizmi, Ortodoksluğu ve İslam’ı, Amerikan finans kapitalizminin hesaplarına uygun tüketim toplumu yaratma önünde engel görmektedir. Büyük Ortadoğu Projesi de bu çerçevede düşünülmelidir. Ne diyorlar? Demokrasi, serbest pazar ekonomisi… Ne içindir bu? Kapitalizmin önünde İslam engel, Katoliklik engel, Ortodoksluk engeldir. O zaman Türkiye ve Ortadoğu’yu Yahudi geleneklerine yakın ılımlı İslamcılıkla, Avrupa ve Uzakdoğu ülkelerinin de Protestanlıkla terbiye edilmelidir. İşte bugün Kapitalizm mantığıyla, İslam’a karşı psikolojik saldırı yürütülmektedir. Yozlaştırılmış Hıristiyanlık dini, dünya hayatından ve doğal yaşamdan kopuk yoksulluğa, keşişçiliğe, çileciliğe övgü yaparken, Yahudilik zenginliği ve zevkçiliği öne çıkarıp müşteri devşirmektedir. Yine Hıristiyanlar için reklam ve gösteriş günahken, Yahudilerde reklam serbesttir. Diğer taraftan Yahudilerin çok para sahibi olması dinen teşvik edilmektedir. “Altın ve gümüş ayağın sağlam basmasını sağlar,” “zenginlik ve güç kalbi coşturur”, “dindar kişi parayı vücudundan çok sever, sevmelidir.” Hıristiyan öğretisinin ve kilisenin yoksulluğu yücelttiği göz önüne alındığında, yoksulluğu sayesinde cennete gitmeye çalışan Hıristiyan ile altın ve gümüş toplamayı cennete gitmenin aracı olarak gören Yahudi arasındaki zihniyet ayrılığının ekonomik alandaki etkisinin farklı olacağı kesindir.
Karl Marx, 1844'te yazdığı “Yahudilik ve Kapitalist Zihniyet” adlı makalesinde, Avrupa'nın yaşadığı bu dini dönüşümden asıl karlı çıkanın Yahudiler olduğuna dikkat çekerken de şunları belirtmişti;
“Yahudi sadece mali güç kazanmak yoluyla değil, fakat aynı zamanda paranın bir dünya gücü haline gelmesi ve pratik Yahudi ruhunun Hıristiyan milletlerin pratik ruhu haline gelmesi yoluyla kendini Yahudice bir tarzda korumuş ve kutsamıştır. Yahudiler, Hıristiyanların Yahudileşmesi ölçüsünde kendilerini kurtarmışlardır.” Kapitalistleşme ve Yahudileşme arasındaki ilişkinin altını çizen Marx’a göre, "Para İsrail'in kıskanç Tanrısıdır. Yahudi tanrısı dünyevileştirilip bütün insanlığın tanrısı halini almıştır.” Marx, Protestan ve Püriten geleneğinin kapitalizmle olan ilişkisinden bahsederken de, Hıristiyanlığın Reformla birlikte yaşadığı büyük değişimin yönünü şöyle belirliyordu: "Hıristiyanlık Yahudilikten doğdu. Şimdi ise Yahudiliğe geri dönmüştür.”[9]
Katolik ve Ortodoks Hıristiyanlığın temel misyonunda dünyada mal mülk zenginlik elde etmek değil, ahiret üzerine dayanan ve dünyevi zenginlikten uzak olan inanışı İncil’de şu şekilde tarif edilmektedir;
İsa öğrencilerine dedi ki; “Zengin kişi göklerin hükümranlığına güçlükle girecektir. Yine size derim ki, devenin iğne deliğinden geçmesi zengin kişinin Tanrı’nın hükümranlığına girmesinden daha kolaydır.”[10]
İsa gözlerini öğrencilerine kaldırarak; “Ne mutlu siz yoksullara!” dedi. “Çünkü Tanrı’nın hükümranlığı sizindir. Ama vay halinize, ey zenginler, Çünkü tesellinizi bu dünyada almış bulunuyorsunuz.[11]
“Bir başkan İsa’ya, İyi Öğretmen, sonsuz yaşamı (ahireti) miras almak için ne yapmalıyım? diye sordu. “İsa’da ona “Bir şeyin eksik kalıyor” dedi. Varını yoğunu sat, yoksullara dağıt. Böylelikle göklerde varlığın olacaktır. Sonra da ardım sıra gel.” Adam bunu duyunca yüreği tasayla doldu. Çünkü çok zengindi. İsa onun tepkisini görünce, “Parası bol kişilerin Tanrı hükümranlığına girmesi ne denli güçtür!” dedi. “Devenin iğne deliğinden geçmesi, zengin bireyin Tanrı hükümranlığına girmesinden daha kolaydır.”[12]
“Ne mutlu yoksulluk ruhuna sahip olanlara”, “gururlu kişi dünyevi krallıkları, yoksulluk ruhuna sahip kişi de Göklerin Egemenliğini arar.”[13]
Katoliklerin ve Protestanların farklı özelliklere sahip olduğu reddedilemez bir gerçektir. Genel anlamda Weber, Katolikler ve Protestanlar arasındaki ayrımı şu cümlesiyle ortaya koymaktadır; Katolikler daha sakindir; daha az kazanma güdüsü ile eğitilmiştir, çok az bir geliri de olsa, en emin yaşam biçimini, sonunda ona onur ve zenginlik getirebilecek tehlikeli, heyecanlı bir yaşam biçimine tercih etmektedir. Atasözü, “ya iyi yiyin, ya da rahat uyuyun” demektedir. Buna göre Protestanlar çok iyi yerlerken, Katolikler rahat uyumak peşindedir.[14]
Protestan ahlakı haliyle kapitalist ruhu beslemiştir. Zamanla bu süreç tersine işleyecek, Protestan ahlakı giderek kapitalist ruhtan etkilenerek değişim geçirecektir. Protestan etiğinin etkili olması ve sekülerleşmenin bu etikte bu kadar başarılı olmasının sebebi, bireyin en derininde yatan güdülenmeye ve köleleşmeye müsait hale getirilmesidir.[15] Sabri Fehmi Ülgener, kapitalizmin Protestanlıktan çok daha önceleri ortaya çıktığını söylemektedir. Ülgener’e göre Protestanlık, burjuvanın dinsel yorumu şekillendirmesinden türemiştir. Ülgener’in söylemek istediği; insanlar Protestan oldukları için kapitalizme yönelmemiş, kapitalist olduklarından dolayı Protestanlığı benimsemiştir.[16]


Müslümanları Yahudileştirme süreci!
Utah Üniversitesi'nden Profesör Hakan Yavuz, Türkiye'nin AKP felsefesiyle geçirdiği dönüşümü 'Türkiye'de İslami kesim Protestanlaşıyor ve İslamsız bir İslam oluşuyor' şeklinde yorumlamakta ve şunları vurgulamaktadır: “İslamsız bir İslam görüntüsü ortaya çıkmaktadır. Bu durum; tüm ahlaki ve huküki değerlerinden soyutlanmış bir İslam’dır. Tamamıyla şekle dayalı ve tüketim araçları haline dönüşen bir İslam anlayışıdır. Bugün Türkiye'de İslami semboller alınıp satılır hale gelmiş, dünyalık makam ve menfaat için kullanılır vaziyete dönüşmüş bulunmaktadır. Burada ise İslam, açıkca Protestanlaştırılıyor. Bunlar modern süreçleri ele geçirdiklerini iddia ediyor, medya, finans, eğitim sektörü... hepsinde güçleniyor. Ancak bunlar modernitenin içine girdikçe, modernite de bunların içine giriyor. Modernite, dini yeniden şekillendiriyor. Burada, kazanan kapitalizmin mantığı oluyor.”[17]
Gazeteci yazar Ali Bulaç bile AKP iktidara geldikten sonra tüketimi gösterişe döken, her gün kıyafet değiştirip, ciplerle hava atıp gezen, sonradan görme, kısa yoldan zengin olmuş, hiçbir ilkesi, değeri kalmamış bu kesimi “Müslüman magandalar” olarak adlandırıyor.[18]
Parayla tanışan ve lüks yaşama alışan dindarlar, hızla kapitalist sisteme katılmaya çabalıyor. Bir yandan Prof. Arif Ersoy’un sözleriyle “herkes harıl harıl kapitalizme uygun ayet bulma telaşına giriyor, diğer yandan ekonomik güç, bir üstünlük aracı olarak İslami çevrelerde yeniden üretilmeye başlanıyor.[19]
İşte İspatı: “Ey müminler, Allah’dan korkun ve (cahiliyette işlediğiniz) faiz hesabından arta kalanı bırakın (almayın), eğer gerçek müminler iseniz. Eğer tövbe eder faizden vazgeçerseniz anaparanız sizindir. Yok, eğer bu faizi terk etmezseniz bilin ki, Allah’a ve peygamberinize karşı harbe girmişsiniz. Eğer riba almaktan tevbe ederseniz ana paranız sizindir; ve böylece ne zâlim olursunuz, ne de zulme uğramış bulunursunuz.”[20] Bakara suresinin 278-279 ayeti kerimelerinde geçen faiz kelimesi, Diyanet İşleri Başkanlığı Mealinden tutun birçok mealde bile kullanılmaktan sakınılmakta, çeşitli fetva ve yorumlarla faiz meşrulaştırılmaya çalışılmaktadır.
Oysa, İslam ekonomisini, diğer sistemlerden ve özellikle kapitalist ekonomiden ayıran temel özelliklerinden biri “faiz yasağı”dır. İslam, kazancın ve mülkiyetin temelinde sadece emek aramaktadır.[21]
Faiz insanlarda para düşkünlüğü ve zengin olma arzusu yaratır. Faiz, yoksullardan zenginlere kaynak aktarımı yapmaktadır. Faiz insanların enerjilerini üretken girişimlere harcamalarından alıkoymaktadır.[22]
Faiz yasağı İslam İktisadi hayatının temelini oluşturmaktadır. Ama Türkiye’deki İslamcılarımız, günümüz şartlarında faizi meşru sayan fetvalara sığınarak, kapitalist bir anlayışa kaymışlardır.
Şimdi bu İslamcı yetmelerin, Yahudi felsefesiyle ne farkı vardır? Onlarda faiz ve rantiye yoluyla zenginleşmeyi meşru görüyor ve yaşıyorlar, bu kapitalist İslamcılar da.
Sonuç: Faiz ve haksız kazanç yoluyla zenginleşen, lüks yaşantılar içindeki İslamcılar, fikri anlamda ve yaşam tarzlarıyla Judaize olmuşlardır, bunların kapitalist Yahudilerden hiçbir farkları kalmamıştır. Para ve sermaye dağılımlarını incelediğimizde, faize ve sermayeye bakış açıları ve zihniyetleri tamamıyla Tevrat’la aynıdır. Kapitalist Müslümanlar Kabalist Tevrat ahlakının bütün özelliklerini taşımaktadır. Bunlar, Peygamberin hayat prensiplerinin tam zıttı bir hayat yaşamaktadır. Bunların gözünde, aynı batı kapitalizmini oluşturan Protestanlık ve Yahudilikteki gibi para kazanan, sermaye sahibi insanlar itibarlı sayılmaktadır. Yani Protestanlar, Yahudiler ve İslamcı kapitalistler aynı zihniyete, aynı ahlaka ve aynı düşüncelere sahip bulunmaktadır. Bu üçünün buluştuğu nokta, her ne yolla olursa olsun zenginleşerek dünya’da güce ulaşmaktır. Kapitalist İslamcıların yaşadıkları İslam modeli, bilinen İslami kaynakların hiçbirine uymamaktadır.
Son 15 yılda Diyanetin Fetvalarını incelediğimizde Diyanetin faiz karşısındaki tutumu tamamıyla Judaize’dir, Yahudi mantıklıdır. Diyanet’in ve İlahiyat Fakültelerinin, Judaik zihniyet ve düşüncelerin etkisine sokulmaya çalışıldığı bir süreç yaşanmaktadır. Judaizm Siyonizm sadece bir inanç değil, görünmeyen bir ideoloji ve hayat tarzıdır. Sözde Judaizm karşıtı olsanız bile, Erbakan Hoca’nın dediği gibi, Onun hizmetkârı ve oyuncağı olduğunuzun farkına bile varılmamaktadır. İşte Diyanetin ve bazı ilahiyatçıların da içinde bulundukları durum bunun yaşanmasıdır.” Tespitleri gerçekleri yansıtmaktadır.
Ancak, İslamiyet’i, Siyonizmin diğer bir uydurması ve uygulaması olan Batıl ve barbar komünizm-sosyalizmle aynı gösterme çabası ise, başka bir safsata ve sapkınlıktır.
Şimdi İslamcı kesimin Sabetayizm ve Siyonizm konusunun üzerinde neden durmadıklarını ve neden bu konular hakkındaki çalışmalara karşı çıktıklarını (ve Erbakan’ı yalnız bıraktıklarını) anlıyorsunuzdur sanırım.”
Protestan Müslümanlığın rehberi Fetullah Gülen’in dönüş serüveni!
Mahsun Kırmızıgül'ün son filmi “New York'ta Beş Minare”; senaryosuyla, filmin ana karakteriyle, sahneleriyle, bütçesiyle, gişesiyle, tanıtımıyla... haftalarca tartışılmıştı. Avrupa'da dört ülkede (Almanya, Belçika, Hollanda ve Avusturya) 120 salonda, Türkiye'de ise 700 salonda aynı anda gösterime başlanmıştı. Filmin bütçesi 11 milyon dolardı. Bir yıl içinde 120 ülkede vizyona girmesi planlanmıştı. Filmin, 10 günde 1,5 milyon kişi tarafından izlendiği açıklanmıştı. Filmin galasına AKP’liler akın etmiş, Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek, Devlet Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış, AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik ve Tarım ve Köy İşleri Bakanı Mehmet Mehdi Eker filme övgüler yağdırmıştı.
“New York'ta Beş Minare” filmi vizyona girmeden önce senaryo tartışmaları başlamıştı. Kırmızıgül, bu hikâyeyi 11 yıldır çekmek istediğini söylüyordu, ancak hikâyenin gerçek sahibinin Galip Tekin olduğu ortaya çıkmıştı. Hikâyeyi Galip Tekin, Sinan Çetin'e anlatmıştı. Sonrasında Galip Tekin ve senarist Müjdan Kayserili birlikte bu hikâyeyi senaryolaştırmıştı.
Filmin tanıtım görüntüleri yayınlanmaya başladığında hikâyenin ana karakteri için "Fetullah Gülen'e benziyor" yorumları yapılmıştı. Film ekibi ve yandaş medya "Gülen ile Haluk Bilginer'in oynadığı karakter arasında sadece İslam'a bakış yönünde bir benzerlik kurulabilir” tavrını takınınca mesele tatlıya bağlanmıştı. Filmin asıl amacı, Fetullah Gülen Reklamı üzerinden Müslüman halkımızı Protestanlaştırmaktı.
Filme ABD ve AKP desteği de gündeme taşınmış, Fetullah Gülen konusu gibi bu konu da hasıraltı edilip saklanmıştı. Sinema salonlarında, filimden çıkan izleyiciler ise çekinmeden: Tam bir “Fetullah Gülen reklamı” demekten kendini alamamıştı.
Filmin ana karakteri Hacı Gümüş, ABD'de yaşayan ve kırmızı bültenle aranan Ilımlı İslam anlayışının önderi bir şahsiyet olmaktadır. O kadar ılımlıdır ki karısı ve kızı Hıristiyan’dır... Elbiseleri, adeta Fetullah Gülen'in gardırobundan alınmıştır. Numaralı gözlükleri, takkesi ve bıyığı da 'Hacı Gümüş'ün Fetullah Gülen olduğunu çağrıştırmaktadır. 'Hacı Gümüş' sık sık ağlamakta, konuşmalarında Said-i Nursi'den alıntılar yapmaktadır.
Filmin omurgasını, “Fetullah Gülen'in Türkiye'ye gelişi ve aklanması” oluşturmaktadır. Gülen Cemaati, kamuoyunda bu algıyı oluşturmaya televizyon programları ve bazı köşe yazarları aracılığıyla başlamıştı. Zaman Gazetesi yazarı ve Fetullah Gülen'e en yakın isimlerden Hüseyin Gülerce, film vizyona girmeden 20 gün önce, 14 Ekim'de Mehmet Ali Birand'ın sunduğu 32. Gün programına katılıp "Sayın Gülen, tahminimce seçimlerden sonra Türkiye'ye döner” açıklamasını yapmıştı.
Mahsun Kırmızıgül filmde, cemaatin içine sızmış muhbir polis Fırat'ı canlandırmaktadır. Fırat bombalı saldırılar düzenleyen cemaatin, Deccal kod adlı liderinin kim olduğunu öğrenmeye çalışmaktadır. Sorguladığı herkesten Hacı Gümüş adına ulaşmıştır. Eldeki tüm bilgiler ve sorgular Hacı'yı işaret edince durum ABD’ye aktarılmış ve ABD’de yaşayan Hacı tutuklanmıştır. Hacı bu duruma çok şaşırmıştır.
ABD'den almak üzere Fırat ve Acar (Mustafa Sandal) yola çıkıyor. Hacı'yla tanışan Acar, onun suçsuz olduğu kanaatine varıyor. Filmdeki karakterlerin tamamı Hacı'nın suçsuz olduğuna inanıyor. Biri hariç. O da filmin sonunda ortaya çıkıyor ki Hacı Gümüş'ün kanlısıdır; ona iftira ediyor ve karalamaya çalışıyor!?
Ailesi ve arkadaşı rıza göstermese de Hacı, Türkiye'ye gidip suçsuz olduğunu kanıtlamak istemektedir. Fırat ve Acar polislerimiz, Hacı'yı Türkiye'ye getirir. Hacı'nın saatler süren sorgusuna emniyet amirlerinin biri çıkıp, öbürü girmektedir. Sorgudan çıkan her amir, 'Hacı suçsuz' demektedir. Tam bu sırada gerçek 'Deccal'ın yakalandığı görülmektedir. (Deccal'ın nasıl yakalandığı anlatılmıyor). Deccal, Hacı'nın yanındaki hücreye konuyor ve emniyet amiri, arkadaşını öldüren Deccal'a: "Sen nasıl Müslümansın? Arkadaşımızı öldürdün, bir sürü insanın canına kıydın..." diye soruyor. Deccal: "Peygamber Efendimiz de savaşmıştır, biz Allah yolunda cihad ediyoruz" yanıtını veriyor. Hemen yanındaki Hacı konuşmaya başlıyor: "Peygamber Efendimiz 40 yıllık ömründe sadece 2 ay savaşmıştır. Ve o güzel sözle ikna etmeyi sünnet kılmıştır" diyerek İslami ve tarihi gerçekleri çarpıtmaya çalışıyor.. Bunun üzerine amir, Hacı'ya dönüyor ve özür diliyor. Böylelikle Hacı Gümüş serbest kalıyor. Önce Sultanahmet'e, sonra Konya'ya ve sonunda memleketi Bitlis'e gidip özlem gideriyor..




Kaynak

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder